21 Ocak 2015 Çarşamba

GEYİKLİ PARK - SUNAY AKIN




                         






KİTAP               : Geyikli Park
YAZAR              : Sunay Akın
SUNUCU           : Aycan
TARİH               : 1 Aralık 2014
MEKAN             : Nikol Cafe / Galata
KATILANLAR   : Aycan, Aysun, Ayşe, Ayşen, Bilgen, Belkıs, Gülden,                                         Nur, Peyman, Yonca


Sunay AKIN
Şükrü Sunay Akın (d. 12 Eylül 1962), şair, yazar, gazeteci, araştırmacı, tiyatro oyuncusu.
12 Eylül 1962 tarihinde Trabzon'un Maçka ilçesinde doğdu (bu yüzden 18 yaşından beri doğum gününü kutlamamaktadır). Ailesi, onun daha iyi eğitim görebilmesi için, 10 yaşındayken İstanbul'a taşındı. Lise öğrenimini İstanbul Haydarpaşa Lisesi'nde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Fizik Coğrafya Bölümü'nden mezun oldu.
İlk şiirini, Meteoroloji Müdürlüğü'nde çalışan bir memurun kızına yazar. Henüz 9 yaşındadır. Kızın isminin baş harflerinin dizelerini oluşturduğu şiiri, evlerinin terasında bulunan odunluk kapısının iç kısmına yazar. Kız, balkona geldiğinde odunluğun kapısını açar mahsusçuktan!. Ama şiir kızın gözüne hiçbir zaman takılmaz. Sunay Akın yıllar sonra (ki bir şairdir artık) çocukluğunun geçtiği Trabzon'a gittiğinde, sert geçen bir kışta, içindeki odunlarla birlikte kapının da sökülüp yakıldığını öğrenir. Şairin ilk şiiri "hava muhalefeti" nedeniyle kayıptır!.. 1984 yılında yayınlanan ilk şiiri de bir sobanın içinde kütürdeyen odunu anlatır! İlk şiir kitabı 1989'da "Makiler" adıyla yayınlanır. Arkadaşlarıyla birlikte 1989'da Yeni Yaprak şiir dergisini ardından, 1990 yılında da Olmaz adlı şiir dergisini çıkardı. Adını Cemal Süreyya'nın koyduğu bu kitabı "Antik Acılar, Kaza Süsü, 62 Tavşanı" izler.
1987 yılında Halil Kocagöz Şiir Ödülü’nü Noktalı Virgül adlı dosyasıyla aldı. 1990 yılında ise Orhon Murat Arıburnu Şiir Ödülü'nü Makiler[1] şiiri ile kazandı.
Anlık ilhamlara dayanan ve genellikle kısa olan şiirleri, Orhan Veli'nin şiirindeki bazı özelikleri günümüzde sürdüren bir yapıya sahiptir. Ayrıca, bu tür şiirlerde genellikle rastlanmayan, yumuşak, lirik bir tonu vardır. Şiirlerinde özellikle ince yergi ögelerini kullanmadaki rahatlığı ile dikkat çeker. Cemal Süreya'nın etkisinde sürdürdüğü şiirlerde, dil oyunlarına dayalı yoğun bir alaycılık ve şaşırtma; çocuklar ve hüzünle birlikte şairin ilgi ve duyarlılığını göstermektedir.
Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde ders verdi, Müjdat Gezen Sanat Merkezi'nde 5 yıl boyunca hem ders verdi hem ders aldı. Bu deneyimin de yardımıyla, tek kişilik oyunlar hazırlayıp oynamaya başladı. Türkiye'nin çok sayıda merkezinde ve yurtdışında (Frankfurt, Nürnberg, Londra) sayısız kez tek kişilik oyunlarını sergiledi. Halen Sunay Bey Tarihi adlı gösterisini sunmaya devam etmektedir.
23 Nisan 2005 tarihinde 11 yıldır dünyanın dört bir yanından topladığı oyuncaklarla, yıllardır hayalini kurduğu İstanbul Oyuncak Müzesi'ni Göztepe, İstanbul'da ailesine ait dört katlı tarihi bir konakta açtı. Müze, Türkiye'de türünün ilk ve tek örneği olup, Avrupa Konseyi'ne bağlı Avrupa Müze Forumu (European Museum Forum) tarafından verilmekte olan Avrupa Yılın Müzesi Ödülü'ne 2010 yılı için aday olmuştur.
TRT 2 ve CNN Türk'de "Stüdyo İstanbul", "İzler", "Akşama Doğru", "5N 1K" gibi kültür sanat programları ve belgeseller hazırlayan, katkıda bulunan Sunay Akın, TV 8'de de "Gezgin Korkuluk" ve Ramazan Ayı boyunca Mahya Işıkları adlı programı hazırlayıp sundu.
Yaşam Radyo, Radyo Kent, Best FM'de radyo programları yaptı. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi ve Müjdat Gezen Sanat Merkezi'nde öğretim görevlisi olarak ders verdi.[2] Atv'de Hıncal Uluç, Haşmet Babaoğlu ve Nebil Özgentürk ile birlikte Yaşamdan Dakikalar adlı uzun soluklu bir televizyon programını halen yapmaktadır.
Şu an Skyturk360 isimli kanal'da her cumartesi yayınlanan "Hayat Deyince" programını sunmaktadır.

Yayınlanmış Kitapları :

Oyuncak Müzesi’nin Kurucusu Sunay Akın ve Müzenin Hikayesi
İstanbul Oyuncak Müzesi 23 Nisan 2005 yılında şair/yazar Sunay Akın tarafından kurulmuştur. 1700’lü yıllardan günümüze oyuncak tarihinin en gözde örneklerinin sergilendiği müze Göztepe semtindeki tarihi bir köşkte yer almaktadır.
Sunay Akın’ın 1990 yılından başlayarak pek çok ülkedeki koleksiyonerlerden, antikacılardan ve açık arttırmalardan kitaplarının ve de gösterilerinin telifleriyle satın aldığı oyuncak tarihinin en değerli eserleriyle kurulan İstanbul Oyuncak Müzesi, uygarlık tarihini daha eğlenceli, daha akılda kalıcı bir öğrenme yöntemi ile ziyaretçilere sunmaktadır.Örneğin, uzay oyuncaklarının sergilendiği bölümde Ay’a ulaşma çabası, tren oyuncakları bölümünde ise sanayi devrimi oyuncakların diliyle anlatılmaktadır. Müzenin dekoru da bu düşünceyle sahne tasarım sanatçısı Ayhan Doğan tarafından tasarlanmıştır. Müze bir şair tarafından açılmış olması ve bir sahne tasarım sanatçısı tarafından tasarlanmış olması özelliği ile de dünyada bir ilki teşkil etmektedir.
İstanbul Oyuncak Müzesi’nin en önemli özelliklerinden birisi de aileyi bütün üyeleri ile kucaklamasıdır. Müze bu özelliğiyle üç kuşağın bir arada zaman geçirebileceği ve ortak mutluluğu paylaşabileceği bir mekandır. Nine/dede, anne/baba çocuklarla birlikte bir zaman makinesinde çocukluklarına doğru yola çıkarken, birbirlerine kendi dönemlerini anlatmanın keyfini çıkartırlar. Oyuncak müzesinin koridorları ‘’Bundan bende vardı!’’ cümlesi ile başlayan ve çocukluk hatıralarının anlatıldığı sesler ile yankılanmaktadır.
İstanbul Oyuncak Müzesi ile birlikte Avrupa ülkelerinde büyük öneme sahip olan oyuncak müzeleri konusunda ülkemizdeki boşluk tamamlanmış ve İstanbul Oyuncak Müzesi dünyadaki örnekleri arasında önemli bir yere sahip olmuştur. 2012 yılının Kasım ayında İstanbul Oyuncak Müzesi tarafından gerçekleştirilen ve dünyada bir ilk olan TOYCO-2012 İstanbul ( Avrupa Oyuncak ve Çocuk Müzeleri Birliği ) buluşması ilk kez Türkiye’de gerçekleştirilmiştir. Bu sayede İstanbul Oyuncak Müzesi dünyada çocuk ve oyuncak müzeleri birliği kurulması konusunda öncü olmuş, İstanbul’a ‘oyuncak müzelerinin başkenti’ ünvanını kazandırmıştır.
İstanbul Oyuncak Müzesi ülkemizdeki diğer oyuncak müzelerinin de açılması için örnek teşkil etmiştir. 2011 yılında, Antalya Büyükşehir Belediyesi’ne ait olan Antalya Oyuncak Müzesi ve 2013 yılında da Gaziantep Büyükşehir Belediyesi’ne ait olan Gaziantep Oyun ve Oyuncak Müzesi, İstanbul Oyuncak Müzesi kurucusu Sunay Akın’ın danışmanlığı ve küratörlüğünde kapılarını ziyarete açmıştır. Sunay Akın ayrıca Barış Manço Müzesi ve Antalya Soba Müzesi'nin kuruluşlarında da danışmanlık yapmış, katkılarda bulunmuştur.

Geyikli Park
Korkusuz
Korkusuz’un ne demek olduğunu anlamak için önce Korku’nun sözlük anlamına bakalım.

  1. Bir tehlike veya tehlike düşüncesi karşısında uyanan kaygı duygusu
  2. Kötülük gelme ihtimali, tehlike, muhatara
  3. Gerçek veya beklenen bir tehlike ile yoğun bir acı karşısında uyanan ve çoşku, beniz sararmasu, ağız kurumasu, kalp, solunum hızlanması vb. belirtileri olan ve daja karöaşık fizyolojik değişmelerle  kendini gösteren duygu
Çanakkale Savası’nın Psikolojisi
Bu savas bir çok bakımdan eski savaslardan farklıdır. Çanakkale ve cephe gerisindeki insanların psikolojik durumunu anlayabilmek için Çanakkale Savası’nın psikolojisini anlamak gerekir.

Çanakkale Savasına kadar tarihe “büyük adamların” perspektifinden bakılmıstır. “Büyük adamlar” sabah alacasında sahlanmıs atları üzerinde taarruz emirleri yagdırıp, yüz binleri ölüme sürerler, o yüz binler de arkalarında toz bulutlarıyla cepheye kosusur ve çogun zaman geride bir kan gölü ile meçhul asker unvanı bırakırlardı. Yüz binlerin adını sanını kimse bilmezdi.Yenenler yenilenler, ölenler kalanlar onlar oldugu halde kitaplarda savasları hep krallar ve imparatorlar kazanırdı. Iste Çanakkale Savaslarıyla bu mantık degismis, cephede ve gerisindeki yüz binlerin sevinci ya da gözyasları ses bulmustur..
20. yüzyıldan önce savas alanlarında genç kumandanlar önemli roller oynar ve savası yönetirlerdi. 20. yüzyılda ise savas tecrübeleri fazla olan generaller önemli roller oynamıslardır. Çanakkale muharebelerini yöneten kumandanlar da 20. yüzyıl komutanlarındandır. Ancak komutanların basarı saglaması da cesaret ve bilgeligin yanında maddi kaynaklarla da çok yakından ilgilidir. Örnegin; Hindenburg’un Rus Cephesinde elde ettigi basarılarda demir yolları önemli paya sahiptir. Savaslarda önemli görülen kaleler bile bu yüzyılda agır toplarla düsürülmüstür. Tüm bu degisimler içerisinde kalan ve degismeyen en önemli varlık manevi güçtür. Bu manevi kudret Çanakkale Savasları’nda kendisini en belirgin şekilde göstermektedir. O kadar ki hayatla hiçbir baglantısı kalmayan binlerce insan tek bir sebep için süngü takıp düsmanın üzerine yürüyor. Amaç vatan topraklarını korumak. Bu savas Napolyon’un söyledigi “Harp bir sevk’ül-ceys meselesi olmaktan ziyade bir psikoloji meselesidir. Maneviyat harbin yarısını kazandırmaya kafidir.” Sözünü dogrular niteliktedir.

Bir buluşma esnasında Mısır Devlet Başkanı Atatürk'ü takdir ettiğini söyler ve ekler;
-" Ekselans benim milletimin de sizin milletiniz gibi hürriyete ve istiklale ihtiyacı var. Bunu nasıl temin edebiliriz? Tıpkı sizin Çanakkale Boğaz Savaşında Düvel-i Muazzama Ordusuna karşı kazandığınız zafer gibi bizim de böyle bir ordu ve stratejiye ihtiyacımız var. Bize bu konuda yardım edebilir misiniz? " Sorusuna Mustafa Kemal:
-" Vatanı için şehit olacak bir buçuk milyon korkusuz Mısırlı genciniz varsa bu işi yapabiliriz. Bunun haricinde olmaz! " deyince Mısır Devlet Başkanı
-" Maalesef bizim öyle ölecek bir buçuk milyon Mısırlı gencimiz yok." Der. Mustafa Kemal de:
-" O zaman sizin de hürriyet ve istiklale hakkınız olamaz."
İşte bu sözler her şeyi açıklamıyor mu?...
Bu durumda, Çanakkale Savaşı’nın kazanılmasının en büyük iki etken : Vatan Sevgisi ve bu sevgiden kaynaklı korku bilmemezlik’di.
Sadece savaşan askerlerin, komutanların değil Çanakkale Harbi’nin hikayelerine baktığımızda kadınların, anne ve babaların, azınlıkların vatan sevgisi ile hareket ettiklerini görüyoruz.
Efsaneleşmiş Kınalı Ali’nin annesinin mektubunu da buna bir örnek olarak görebiliriz.


Üst teğmen Faruk cepheye yeni gelen askerleri kontrol ediyor bir taraftan da onlarla laflıyordu nerelisin gibi sorular soruyordu. Bir ara saçının ortası sararmış bir çocuk gördü.
"Adın ne senin evladım?..."
"Ali..."
"Nerelisin?..."
"Tokat Zilede'nim..."
"Peki evladım bu kafanın hali ne?..."
"Anam cepheye gelirken kına yaktı komutanım..."
"Neden?..."
"Bilmiyorum komutanım..."
"Peki gidebilirsin Kınalı Ali..."
O günden sonra herkes ona Kınalı Ali der. Herkes kafasındaki kınayla dalga geçer. Kısa sürede cana yakın ve cesur tavırlarıyla tüm arkadaşlarının sevgisini kazanır. Bir gün ailesine mektup yazmak ister. Ali'nin okuma yazması da yoktur arkadaşlarından yardım ister ve hep beraber başlarlar yazmaya. Ali söyler arkadaşları yazar: "Sevgili anne babacım ellerinizden öperim ben burada çok iyiyim beni merak etmeyin..."
Kız kardeşini kendinden bir küçük erkek kardeşini sorar köyündekilerin burnunda tüttüğünü yazdırır. Kendilerini merak etmemesini kendileri var oldukça düşmanın bir adım bile ilerleyemeyeceğini yazdırır. Gururla mektubu bitirir neden sonra aklına gelir ve
yazının sonuna anasına not düşer (Ali'nin kendisinden hemen sonra askere gelecek bir kardeşi daha vardır) "Anacığım kafama kına yaktın burda komutanlarım ve arkadaşlarım benle hep dalga geçtiler sakın kardeşim Ahmet'e de yakma onla da dalga geçmesinler ellerinden öptüm..."Aradan zaman geçer. ingilizler kati netice almak için tüm güçleriyle Gelibolu'ya yüklenirler. Bu cepheyi savunan erlerimiz teker teker şehit düşerler. Bunlara takviye olarak giden yedek kuvvetlerde yeterli olmamış, onların sayıları da epey azalır, Geliboludüsmek üzeredir.
Kınalı Ali'nin komutanı da olayı görüp yerinde duramaz. Kendisinin bölüğü henüz sıcak temasa hazir değildir. Onlar yeni gelmistir. Komutanların bu düşünceli halini gören ve durumun vehametini bilen Kınalı Ali ve arkadaşları komutanlarına yalvar yakar oraya gitmek istediklerini söylerler. Komutanları onları ölüme gönderdiğini bile bile çaresiz gönderir.
Kinali Ali'nin bölüğünden kimse sağ kalmaz hepsi şehit olmuştur. Aradan zaman geçer. Kınalı Ali'nin ailesine yazdığı mektubun yanıtı gelir. Komutanları buruk ve gözleri dolu dolu mektubu açıp okumaya karar verirler (Bu mektubun aslı Çanakkale Müzesi'nde sergilenmektedir.) Babası anlatır Ali'nin: "Oğlum Ali nasılsın, iyi misin? Gözlerinden öperim selam ederim. Öküzü sattık paranın yarısını sana, yarısını da cepheye gidecek kardeşine veriyoruz. Şimdi öküzün yerine tarlayı ben sürüyorum zaten artık zahireye de fazla ihtiyacımız olmadığı için yorulmuyorum da siz sakın bizi merak etmeyin bizi
düşünmeyin" der, köyü, akrabalarını anlatir ve mektubu bitirir. "Ali ananın da sana diyeceği bir şey var..."
"Oğlum Ali, yazmışsın ki kafamdaki kınayla dalga geçtiler kardeşime de yakma demişsin.
Kardeşine de yaktım. Komutanlarına ve arkadaşlarına söyle seninle dalga geçmesinler. Biz de üç şeye kına yakarlar:
01- Gelinlik kıza; gitsin ailesine, çocuklarına kurban olsun diye...
02- Kurbanlik koça; ALLAH'a kurban olsun diye...
03- Askere giden yiğitlerimize; vatana kurban olsunlar diye...
Gözlerinden öper selam ederim. ALLAH'a emanet olun..."
Mektubu okuyan Ali'nin komutanı ve diğerleri hıçkıra hıçkıra ağlamaktadırlar...
Not: Bu yazının tamamı ve aslı Çanakkale Müzesinde sergilenmektedir
Korkusuz’lukla ilgili son bir bilgi Haluk Oral’ın Arıburnu1915 kitabı için yapılan söyleşisinden bir soru ve cevapta buluyoruz..
Ben Mehmetçiklerimizin Bedir Savaşı şehitlerinin isimlerini taşıdıklarını ilk kez bu kitapta öğrendim. Etkilenmemek, duygulanmamak elde değil. Kendilerini İslam tarihinin en önemli savaşlarından birisinin şehitleriyle özdeşleştirilmesi adeta değil mi? Siz de bahsediyorsunuz, Mehmet Akif Ersoy’da boşuna bahsetmiyor Bedir’den … Bunlara nasıl ulaştınız?
En büyük kaynağım sahaflardan aldım. Küçük, elyazması bir kitapçık bu. Osmanlı Askerleri cesaret vereceği inancıyla taşırlarmış üstlerinde. Arşivimde bulunan kitapçıkta da kan, ter içinde taşıdığını gösteren izler var.
Kahramanlık Madalyası
Cephede her iki tarafın en büyük sıkıntılarından biri de suydu. İki tarafta bu büyük sıkıntılarını çözme yollarına çalışmışlardır. Müttefikler su arıtma gemileriyle, tesislerini kurarak, tuzlu deniz suyunu arıtarak askerlere dağıtarak çözmeye çalışmışlar.
Türk tarafında ise su ihtiyacını su taşıyan “Saka Neferleri” tarafından gerideki köylerdeki çeşmelerden derelerdeki kuyulardan getiriliyordu. Saka neferlerinin görevi siperde sıcaktan dudakları çatlayan ve kavrulan askerlere su taşımaktı. Suları at, merkep vasıtasıyla fıçılara bidon veya tenekelere doldurarak siperlere taşıyorlardı. Askerler saka neferinin gelmesini dört gözle bekliyordu. Yazın gelmesiyle dereler kurumuş siperde belirgin şekilde su sıkıntısı çekilmeye başlanmıştır. İlkbaharda yemyeşil olan yerler yazın adeta bir çöle dönmüştü. Toz ve kum bulutları her iki tarafa da tedirgin ediyordu. Asker sürekli susuzluk çekiyor var olan suyunu idareli kullanmasını biliyordu.
Çanakkale Savaşlarında Reşit paşa hastane gemisinde hastabakıcılık yapan Safiye Hüseyin hatıralarında şöyle diyordu: “ Bir İngiliz yaralısının ağzına damla damla su akıttık. Yaralıların sayıkladıkları, söyledikleri en tesirli kelimelerden biri de budur: Su… Hiçbir yaralının susuz ölmemesine son derece dikkat ederdik”
Rupert Chawner Brooke (göbek adı bazen Chaucer olarak da belirtilir. Rugby, Warwickshire, İngiltere, 3 Ağustos 1887 – İskiri açıkları, Ege Denizi, 23 Nisan 1915) özellikle I. Dünya Savaşı sırasında kaleme aldığı savaş şiirleriyle tanınan İngiliz şair.Daha önce bir hümanist olarak tanınırken savaş başladıktan sonra ani bir değişiklik geçirerek "Türkler" olarak nitelediği Osmanlılara düşmanlık içeren şiirler yazmaya başladı. Bir savaş şairi olmakla ve savaşı idealize etmekle birlikte, 27. doğumgününü kutladıktan sonra İngiltere Donanması'nda teğmen olarak yazılan ve Çanakkale’de savaşmak üzere görevlendirilen bir birliğe tayin olmasına rağmen.cephede savaşma fırsatı bulamadan yolda dudağından bir sivrisineğin sokması sonucu sepsise yakalandı ve öldü. Yunanistan'da Tris Bukes körfezinde demirlemiş olan bir Fransız hastane gemisinde öldü. Yakınlardaki İskiri adasında bir zeytinliğe defnedildi. Mezar taşına arkadaşları tarafından "Yatar burada Tanrı'nın kulu bir İngiliz teğmen / ki İstanbul'un Türklerden kurtulması uğruna öldü" yazıldı. İngiliz şair Rupert Brooke’un aktrist sevgilisi Cathleen Nesbitt’e son mektubunu Gelibolu’dan yazdığı ortaya çıktı. O zamanlar ümit veren genç bir şair olan Brooke’un iki yıllık ilişkileri boyunca Nesbitt’e yazdığı kalın bir cilt halindeki 82 aşk mektubu, Londra’nın Christie’s müzayede salonunda satışa çıkarıldı.
Şair Rupert Brooke’un mezar taşında yazdığına karşılık Anzak askelerin görüş ve yorumlarının en iyi cevap olacağını düşünüyorum. Nihayetinde kimse kahramanlık madalyası peşinde değildi.
Yeni Zelanda 1894 doğumlu 97 yaşında. Gelibolu'ya çıkarma ile geliyor. 21 Haziran 1915'e kadar kalıyor. Yaralanınca geri yollanıyor. Çıkarma, Serçe Tepe, Bomba Sırtı, Kirte muharebelerine katılmış; Russel John James Weır.
"Türkler ve Türkiye hakkında hiçbir bilgim yoktu. Mısır'da 4 ay eğitim gördükten sonra, ilk çarpışmanın nerede olacağını bilmiyorduk. Hayır. Eğer tam ve içten cevabımı isterseniz söyleyeyim. Biz Çanakkale'ye Türklerle savaşmak için gittik, arkadaşlık yapmaya değil.
Türklerle çarpıştığımız sürece, onlar hakkında şahsi bir fikir edinemedim. Onları göremiyorduk bile. Siperlerde üşüyor ve sadece tek bir şey yapmaya uğraşıyorduk: Sağ kalmak.
Onların dürüst, Almanlardan daha dürüst savaşçı olduklarını düşünüyorum. Ayrıca savaşa, istememelerine rağmen, Almanlar tarafından sokulduklarını düşünüyorum. Bunlar, bir zaman ki düşüncelerim. Şimdi herşey bitti... Sadece (eski) Türk askerlerinden biriyle tanışmak isterdim. Türkler de aynı şeyi yapıyor, ülkelerini savunuyorlardı."Avustralyalı 1884 doğumlu. 97 yaşında.

28. Birlikden Gelibolu Yarımadasına Temmuz 1915'te çıkmış. Kasım sonunda şiddetli dizanteri nedeniyle hastalanmış. Conkbayırı çarpışmalarına katılmış: C.J.HAZLITT. "Avustralya'yı terk ettiğimizde Türkiye'ye gideceğimizi bilmiyorduk. Gerçekte, Fransa'ya gideceğimizi düşünüyorduk. Ben işaretçi ve koşucu idim. Normal bir 24 saatlik yaşamımız vardı. Türklerle bizzat temasım olmadı. Türklerin dürüst savaşçılar olduklarını düşündüm. Esirlere de çok iyi bakıyorlardı. Gelibolu'da kaldığım süre içinde Türklerin herhangi bir çirkin ya da alçakça tutum ve eylemini işitmedim. Oysa daha sonra gittiğim Fransa'da deneyimlerim çok farklı oldu. Tüm harekâtın, iki taraftan da binlerce kaliteli genç insanın katliamı olduğunu bir sonuç vermediğini düşünüyordum. Savaş da zaten budur.

Fransa Üniforması Altında
Yüzbaşı Sokrat İncesu 1964'te "I. Dünya Savaşı'nda Çanakkale-Arıburnu Hatıralarım" kitabını yayımladı. Rum olan İncesu, kitaba şu cümlelerle başlıyor: "Kafkasya'da, Filistin'de, Arabistan çöllerinde ve nihayet -dünyayı yenenlerin yenildiği yer- olarak tarihe geçen Çanakkale'deki harplere iştirak etmiş, değerli silah arkadaşlarımla sevinçli ve elemli günler yaşamış bir Türk zabiti olarak, hatıralarımı bu minik eserimde toplayıp nazarlarınıza arz etmeyi zevkli bir vazife telakki etmekteyim."
Sokrat İncesu, savaşın bütün dramlarına tanık oldu. Gözünün önünde binlerce Türk askeri şehit düştü. İncesu, pek çok cephede savaştı. Kirte cephesinde yaralandı. Sıhhiye erleri tarafından cephe gerisine getirildiğinde Kaymakam Ali Rıza Bey'in 'Vah yavrum, evladım Sokrat'ım. Seni de mi kaybettik' sesi hayal gibi geliyordu. Ancak 3 gün sonra gözlerini açtı. İncesu, ölümü cephe gerisine erteleyenlerden olarak savaştı. Cemal Paşa'nın teftişinden geçti. Kendini 'Makineli tüfek kumandanı Sokrat' diye takdim etti. Filistin cephesinde 23. Piyade Alayı'nın 12. Makineli Bölüğü'nü kumanda ederken Mustafa Kemal'i gördü, onun askeri olma mutluluğunu yaşadı. Komutanlarından takdir gördü. Bir teftiş esnasında Enver Paşa, Mülazım Tahsin Efendi ve Yüzbaşı Sokrat'ı çağırdı: "Kahraman evlatlarım; bilhassa son harekâtta göstermiş olduğunuz fedakârlıktan dolayı ordu sizi harp madalyasıyla taltif etmiştir" diyerek madalyaları takıp gözlerinden öptü.
Agos Gazetesi’nin 30 Kasım 2014 Pazar yazısından alıntıdır.

*Osmanlı ordusundaki Ermeni askerleri, 1915

Milliyet gazetesinden Mehmet Gündem, 2005’te ‘İmparatorluğun Öteki Çocukları Gayrimüslim Vatan Şehitleri’ başlıklı yazı dizisinde Çanakkale’de 105 gayrimüslim askerin şehit olduğunu belirterek şöyle demişti:
“Bizde ‘Mehmetçik’ kavramının çağrıştırdığı isimler Ahmet, Mehmet, Ali, Mustafa olmuştur. Bu ülkede yüzyıllardır birlikte yaşadığımız gayrimüslimler var. Osmanlı'da paşa konumuna kadar yükseldiklerini, padişahların özel iltifatlarına mazhar olduklarını biliriz, ama onların isimlerini biz ‘Mehmetçik’ içinde saymıyoruz. Sanki savaş zamanı bu insanlar cepheye hiç uğramamış, anidenortalıktan kaybolmuş gibi bir kanaat oluşmuş. İmparatorluğun öteki çocukları, Osmanlı’yla aynı kaderi paylaştılar. Çanakkale'de, Filistin'de, Şark Kafkas cephelerinde, Irak'ta, Galiçya'da, Romanya'da, Yanya'da, Sırp Karadağ'da... Mehmetçik'le omuz omuza çarpışan, aynı siperde ruhunu teslim edenler arasında İsak, İlya, Simon, Mihail, Yuala, Murdaray, Nesim, Kasapyan, Yanko, Kostanti, Yorgi, Yakup, Agop, Bedros, Dimitri, Esteban, Liyon, Kirkor, Berho, Hıristo, Mişon, Sarafyan, Lahdo, Savme de vardı.”

Karşılıklı çarpışan Pastırmacıyan kardeşler
Rober Koptaş, New York'ta yapılan Ermeni-Türk Araştırmaları Çalıştayı'ndaki sunumunda Erzurumlu Pastırmacıyan kardeşlerin hikâyesini paylaşmıştı. Biri, Rusların yanında Osmanlı'ya karşı savaşan eski mebus Karekin Pastırmacıyan, diğeri ise Mekteb-i Harbiye mezunu, Ruslara karşı Osmanlı ordusunda çarpışırken yaralanan kardeşi subay Vahan Pastırmacıyan…
Karekin Pastırmacıyan’ın, anılarında Vahan adlı biraderinden söz ettiğini bilen Koptaş, aynı Vahan olması kuvvetle muhtemel bir kişiye, Tuğgeneral Ziya Yergök'ün anılarında rastlamış. Ardından, Hratch Tarbassian imzasıyla, 1975'te ABD'de yayımlanan ‘Erzurum’ kitabında, iki kardeşi birlikte gösteren aile fotoğrafına ulaşmış. Bu fotoğrafta, Osmanlı üniformasıyla görülen Vahan Pastırmacıyan, Sarıkamış'ta Ruslara karşı, o zaman binbaşı olan Yergök'ün komutasındaki 83'üncü Alay'da savaşmış. Sami Önal tarafından yayına hazırlanan ve Remzi Kitabevi'nce 2005'te basılan ‘Tuğgeneral Ziya Yergök'ün Anıları: Sarıkamış'tan Esarete’ kitabında şu ifadeler yer alıyor:
“Alay’ın atılgan, değerli subaylarından biri de Meşrutiyet döneminde İstanbul Harbiyesi’ni bitiren Asteğmen Erzurumlu Pastırmacıyan Vahan’dı. Bu subay Köprüköy muharebesinde bacağından yaralanmıştı.”

*Ünlü Ermeni araştırmacı Hagop Siruni Osmanlı ordusundaki redif subaylarıyla beraber, (1914)

215 tabip şehidin 82’si gayrimüslim
Albay Adnan Ataç’ın, ‘20. Yüzyılda Şehit Olan Türk Sağlık Subayları’ adlı kitabında yer verildiği üzere, 1918’e kadar askeri hekim olarak görev yapan Mazhar Osman’ın Harbiye Nezareti Sıhhiye Dairesi İstatistik Şubesi’nden aldığını belirttiği listedeki 215 şehidin 82’si gayrimüslimdi. Bir tıp kongresinde Mahzar Osman, “Her yerde her vesile ile yaşamaya layık olan o fedakâr isimlerin, onların en ziyade acıyan, hatıraları ile en ziyade yaşayan siz efendilerimin huzurunda tekrarı farzdır. Listeyi işte kemal-i teessürle (üzüntüyle) okuyorum. Şüheda-yı müşarün ileyhimin (adı geçen şehitler) hatıralarını tazimen ayağa kalkmanızı rica ederim” diyerek hayatını kaybetmiş bu değerleri meslektaşları ile birlikte anmıştı.

Galatasaraylı gayrimüslim şehitler
Galatasaray Lisesi’nin içinde ‘Vatan Uğruna Şehitlerimiz’ başlığıyla yer alan özel bölümde Galatasaraylı şehitler anılıyor. Onların içinde gayrimüslimler de var. İşte onlardan ikisinin hikâyesi:
Mıgırdiç Dikranyan: Mekteb-i Sultani II. sınıf talebesi ve kulübün I. takım futbolcularından olduğu halde I. Dünya Savaşı'na gönüllü olarak katılır. Temmuz 1916'da Bitlis'te şehit olur.
Agop Elmasyan: 1880 Mekteb-i Sultani mezunudur. 60 yaşında olmasına rağmen I. Dünya Savaşı'na gönüllü doktor olarak katılır. Çanakkale'de yaralıları tedavi ettiği sırada, bombardıman sonucu 23 Şubat 1918'de şehit düşer.


Aynı Uçakta Aynı Kalpte
Akın bu bölümde savaşa rağmen aklı sahtekarlığa işleyen tarihin ünlü sahtekarları ile tanıştırıyor bizi. Bu bölümü okuduğumda ‘Peki ama sahtekarlık, sahtecilik tarihte ne zaman başladı? ‘ diye sordum. Bunun cevabını ise İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde buldum.

Sahtecilik ile İlgili Çok Eski Bir Mektup Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmektedir.
İyiliğin dünya üzerindeki tarihi kadar eski hinliğin mazisi, İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde bulunan bu taş yazıt, altında yer alan açıklamada belirtildiği üzere bir kaçakçının arkadaşına yazdığı bir mektup. Arkadaşını dikkatli olması konusunda uyarıyor ve peşinde oldukları yasa dışı işten bahsediyor.

Yüzbaşı Wilhelm Voight kadar ünlü, Türk tarihinde isim yapmış birisi var mıdır diye araştırdığımda karşıma Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi’nin 2000 yılında hazırladığı Bankalar Caddesi Sergisi’nde tanıklık yapan kişiler arasında emekli emniyet müdürlerinden Yaşar Danacıoğlu’nun yer alması ve akabinde düzenlenen sohbet toplantısında anılarını daha geniş bir şekilde aktarması üzerine,Türk tarihinin isim yapmış ilk dolandırıcısı Eyüplü Halit olduğunu öğreniyoruz.  Yaşar Danacıoğlu’na göre Eminönü’ndeki saat kulesini satan Türk popüler kültürüne mal olan bir diğer ünlü  dolandırıcı Sülün Osman değil, Eyüplü Halit’tir. Danacıoğlu’na göre ; ya o tarihlerde Beyoğlu muhabiri olan gazeteci Halit Çapın Eyüplü Halit’in marifetlerini Sülün Osman’a yüklemişti veya Sülün Osman, Eyüplü Halit’in marifetlerini kendi marifetleriymiş gibi anlatarak Halit Çapın’ı dolandırmıştı. Suç tarihine damgasını vuran Eyüplü Halit Osmanlı’dan devrolmuş bir dolandırıcı idi, Osmanlı’da da sabıkası vardı. Girit kökenli, Türkçe okuma yazması olmayan, çok güzel Rumca ve Fransızca konuşan Eyüplü Halit’in  ‘vukuatı’ ise İstanbul’un işgali altıdaki son günlerinde arkadaşı Arap Abdullah ile birlikte Feridiye semtinde kendi karakolunu kurması idi. Şehirde o zaman tam bir otorite boşluğu olduğu için kimse bunu garipsemiyor. Kendisi ‘komiser’, arkadaşı Arap Abdullah ‘bekçi’ rolü oynuyor. Rumları karakola çağıran Eyüplü Halit kendisini komiser olarak tanıtıp Rumları ihbarcılıkla suçluyordu. Daha sonra onlardan rüşvet isteyip bu insanları soyuyordu. Eyüplü Halit sık sık cezaevine düşmüş. Yine böyle hapse girmiş, tahliyesine bir gün kala koğuşa yeni bir mahkum girmiş. Halit yeni gelen mahkumu kömürlüğe götürüp : ‘Bak kardeşim bu koğuşun sobası bana ait. Ama ben yarın çıkıyorum. Sobanın yanmasından ben sorumluyum ve her gün diğer mahkumlardan beşer kuruş alarak yolumu bulurum. Seni sevdim, 15 lira verirsen bu sobayı sana satarım’ demiş. Mahkumdan 15 lirayı kapan Eyüplü ertesi gün cezaevinden ayrılmış.

Onu ‘Dolandırıcıların Feriştahı’ yapan hikaye ise başka, meğer 1935’te yine hapisteyken bir mektupla Mussolini’yi dolandırmış. Hapishanede kasa hırsızı bir İtalyan’la tanışmış. Onu kandırıp Mussolini’ye bir mektup yazdırmış : ‘Sayın Mussolini ben sizi çok seven, fikirlerinizi çok takdir eden bir Türk’üm. Antalya’nın sizin hakkınız olduğunu savunduğum için de hapis yatıyorum. Yardımınıza muhtacım….’ Mektup postalandıktan bir ay sonra İtalyan Başkonsolosu İstanbul Valisine müracaat ederek, Eyüplü Halit’i ziyaret etmek için izin istemiş. Kendisine ‘bu kişi dolandırıcıdır’ deseler de dinletememişler. Konsolos Mussolini’nin emri gereği getirdiği yüklüce bir parayı cezaevine giderek elleriyle Eyüplü Halit’e teslim etmiş.

Eyüplü Halit gibi suçlular Türk toplumsal tarihinin en az incelenmiş konularından biri. Bunun iki ana sebebi var : (a) Emniyet Genel Müdürlüğü Arşivlerinin araştırmacıların istifadesine açılmamış olması ; (b) halihazırda yayın hayatına devam eden uzun ömürlü gazetlere dahil hiçbirinin konu, olay başlıkları ve şahıs isimlerine göre hazırlanmış dizinlerin olmaması.

Çanakkale Savaşı’nda Bir Çocuk
Savaşı, savaşın etkilerini ve savaşla beraber günlük yaşamı en samimi şekilde kaleme almış ve tüm dünya tarafından bilinen  kuşkusuz 13.yaşındaki Yahudi kız çocuğu Anne Frank ve 11 yaşındaki Sırp ve Hırvat kökenli kız çocuğu Zlata Filipoviç’in  günlükleri’dir.

Sunay Akın’ın Çanakkale Savaşı’nda Bir Çocuk başlığında Ali Alı (Sabahattin Ali) ’nin anı defterinden alıntı yaparak çocuk gözü ile anlattığı bu bölüm beni bir hayli üzdü. Savaşın kötülüğü, savaşın en masumları çocukların maruz kaldıklarını okumak zaten sarsıcı ama dünyada ünlü olmuş bu günceleri bilmek ve kendi tarihimizdeki çocukların anı defterlerinden bi haber olmaktı beni daha fazla inciten … Neden Çanakkale çocuklarından, erlerinden geriye kalan günümüze kadar gelen anı defterleri, günceler bu kadar az Çanakkale Sina Savaşları / Bir Erin Anıları’nda okuyoruz :  Bir Erin Anıları’nın ilk nüshası aslında 31 Ekim 1917 günü Brüsseba’da toprağa gömüldü. Emin Çöl, günlük tutmaya 1914 yılında, 16.Tümen’le Adana’dan savaşmak üzere Çanakkale’ye geldiğinde başladı. Bu hatıradan yola çıkarak, belki güncelerin toprak altına gömülmesi savaş döneminde başvurulan bir çareydi.

Araştırmalarıma rağmen savaşa katılmış, savaş görmüş bir Türk çocuğu tarafından yazılmış ve basılmış bir anı defteri bulamadım ama araştırmacı yazar Aydın Ayhan’ın ‘Çanakkale ….Ah Çanakkale’ adlı eserinden alıntı olan ; Çanakkale gazisi Balıksesir İvrindi’nin Mallıca köyünden Azman dedenin Çanakkale’nin kahraman çocuklarını anlattığı hatıralarına ulaştım.

‘Yıllar önce bir yerel araştırma sırasında Mallıca köyü kahvesinde kendisiyle görüştüm. Kulakları ağır işitiyordu. Köylülerden biri yardımcı oldu. Benim sorduklarımı kulağına bağıra bağıra söyledi. Onun sesine alışkın olduğundan anladı. Sorduklarıma cevap verdi.

Söz Çanakkale’ye geldiğinde o koskoca ihtiyar sarsıla sarsıla, hıçkırıklar içinde ağlamaya başladı: Kendi zor duyduğu için kan çanağına dönen gözleriyle bize de duyurmak için bağıra bağıra anlatmaya başladı :

Bir hücum sırasında bölük erimişti. Yüzbaşı telefonla takviye istedi. Gece yarısı. siperleri takviye için istediğimiz askerler geldi. Hepsi askere alınmış gencecik insanlardı. Ama içlerinde daha çocuk denecek yaşta üç-dört asker vardı ki hemen dikkatimi çekti. Bölüğü düzene soktum. Yüzbaşı gelenlerle tek tek ilgileniyor, karanlıkta el yordamıyla üstlerini başlarını düzeltiyor, sabah yapılacak olan süngü hücumuna hazırlıyordu. Sıra o çocuklara geldiğinde, o cıvıl cıvıl şarkı söyleyerek gelen çocuklar birden çakı gibi oldular.
Yüzbaşı sordu :
-       Yavrum siz kimsiniz
İçlerinden biri
-       Galatasaray Mektebi Sultanisi talebeleriyiz. Vatan için ölmeye geldik ! diye cevap verdi.
Gönlüm akıverdi o çocuklara, bu savaş için çok küçüktüler. Daha süngü tutmasını bile bilmiyorlardı, onlarla ilgilendim. ‘Mermi böyle basılır. Tüfek şöyle tutulur. Süngü böyle takılır. Düşmana böyle saldırılır. ‘ diye yol yordam öğretmeye çalıştım. Onları karşıma alıp bir bir gösterdim. Siperlerin arkasında ay ışığında sabaha kadar talim yaptık. Gün ışımadan biraz dinlensinler diye siperlere gittik.   
Ortalık hafif aydınlanır gibi olunca hep yaptıkları gibi düşman gemileri gelip siperlerimizi bombalamaya başladılar: Yer gök top sesleriyle inliyordu. Her mermi düştüğünd3e minare gibi alevler yükseliyor, bir gün önce ölenlerin kol, bacak, el, ayak gibi parçaları havaya kalkan toprakla siperlere düşüyordu. Mermiler üzerimizden ıslık çalarak geçiyordu. Siperler toz duman içinde kalmıştı. Bir ara Yüzbaşı ‘Azman yandık !’ diye siperin köşesini işaret etti. O şarkı söyleyerek sipere gelen, sanki çiçek toplarmış gibi neşeli olan o çocuklar siperin bir köşesinde sanki bir yumak gibi birbirine sarılmış tir tir titriyorlardı. Çocuklar HARBİN GERÇEĞİ ile ilk defa karşılaşıyorlardı. Ürkmüşlerdi. Yüzbaşı yandık demekle haklıydı. Muhaberede bir ürküntü panik
meydan getirebilirdi. Tam onlara doğru yaklaşırken içlerinden biri avaz avaz bir marş söylemeye başladı!

Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı,
Al sancağı teslim etti, Allah’a ısmarladı.
Boş oturma çalış dedi, hizmet eyle vatana,
Sütüm sana helal olmaz saldırmazsan düşmana.

Baktım hemen biraz sonra ona bir arkadaşı daha katıldı. Biraz sonra biri daha … Marş bitiyor yeniden başlıyorlar. Bitiyor bir daha söylüyorlar. Avaz avaz ! Gözleri çakmak çakmak …
Hücum anı geldiğinde hepsi süngü takmış, tüfeklerine sımsıkı sarılmış, gözleri yuvalarından fırlamış, dişler kenetlenmiş bekliyorlardı. O an geldi. Birden Yüzbaşı ‘Hücum’ diye bağırdı. Bütün bölük, bütün tabur, bütün alay cephenin her yerinden fırlayıverdiler. İşte o an. Tam o an bir makineli yavruları biçiverdi. Hepsi sipere geri düştüler. Kucağıma dökülüverdiler. Onların o gül gibi yüzleri gözümün önünden gitmiyor. Hiç gitmiyor ! İşte ben ona ağlıyorum, o çocuklara ağlıyorum. Azman dede ağlıyordu. Ben ağlıyordum. Kahvede kim varsa ağlıyordu. Kahveci gözyaşları içinde bi
Hücum anı geldiğinde hepsi süngü takmış, tüfeklerine sımsıkı sarılmış, gözleri yuvalarından fırlamış, dişler kenetlenmiş bekliyorlardı. O an geldi. Birden Yüzbaşı ‘Hücum’ diye bağırdı. Bütün bölük, bütün tabur, bütün alay cephenin her yerinden fırlayıverdiler. İşte o an. Tam o an bir makineli yavruları biçiverdi. Hepsi sipere geri düştüler. Kucağıma dökülüverdiler. Onların o gül gibi yüzleri gözümün önünden gitmiyor. Hiç gitmiyor ! İşte ben ona ağlıyorum, o çocuklara ağlıyorum. Azman dede ağlıyordu. Ben ağlıyordum. Kahvede kim varsa ağlıyordu. Kahveci gözyaşları içinde bize çay getirdi . Eğildi :

-       ‘Azman dede hep ağlar. Niye ağladığını bugün ilk defa anlattı’ dedi.
Yanlız, konu çocuk olunca  hele savaşın içindeki çocuklar olunca hassas bir yaklaşım gerekiyor. O yüzden araştırmacı yazar Aydın Ayhan’ın Azman Dedenin anılardan aktardığı ‘çocuk yaştaki askerler’ e karşı bir karşıt görüş, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Burhan Sayılır’ın yaptığı konuşmada karşımıza çıkıyor. Sayılır ; Çanakkale Savaşları ile ilgili yanlışlıklara işaret ederek, "Türk ve dünya tarihi açısından büyük öneme sahip olan Çanakkale Savaşları ile ilgili çalışmalar sayı olarak çok fazla olmasına rağmen, içerik olarak yanlışlıklarla dolu olduğunun altını çiziyor ve yanlış bilinen, yanlış yazılanlara örnek olarakta  ‘Çanakkale Savaşı'na çocuk denecek yaştakilerin katıldığı bilgisinin yanlışlığının ve cephede yer alan askerlerin yaşlarıyla ilgili doğru bilgilerin ortaya konulması olduğunu söylemiştir.
Güncelerin günümüze kadar gelememesinin bir diğer sebebi de ; Çanakkale Savaşı’nın başından sonuna kadar Osmanlı 5. Ordu Kumandanı Liman von Sanders’in yanında emir subayı olarak görev alan Binbaşı Erich R. Prigge, savaş süresince gözlemlediği her şeyi günlüğüne yazmıştır. Savaş devam ederken, 1916 yılında Almanya’da basılan bu kitabın bir nüshası da Enver Paşa’ya gönderilmiş ve paşa da hemen Türkçeye çevrilmesini istemiştir. Hatta kitapta basılmak üzere imzalı bir fotoğrafını dahi göndermiştir. Daha sonra kitap, içerdiği detaylı stratejik bilgilerin deşifresinden dolayı Osmanlı Genel Karargâhı’nın isteği üzerine Almanya hükümeti tarafından hemen toplatılmıştır. Erich R. Prigge 1913-1918 yılları arasında, Türkiye’de Osmanlı Astsubay Süvari Okulu Komutanı olarak görev yapmıştır. Çanakkale Savaşı’nın başlamasıyla Osmanlı 5. Ordu Komutanı Liman von Sanders’in emir subayı olarak Gelibolu Yarımadası’nda görevini sürdürmüştür. 1915 yılının Ekim ayında, 5. Ordu Kurmay Başkanı Kazım Bey (İnanç) hastalandığında ve Liman von Sanders Ordular Grubu Komutanı olduğunda onların görevlerini üzerine alır ve başarıyla yapar. Erich R. Prigge 1915 yılında Çanakkale Savaşları bütün şiddetiyle devam ederken, savaşta yaşadıklarını, Çanakkale bölgesinin coğrafî-stratejik bölgelerini, savaşan her iki tarafta gördüğü bütün askerî avantaj ve dezavantajları gün gün yazmıştır. Bu eser 1916’da Almanya’da basılmış ve daha sonra içerdiği stratejik bilgilerden dolayı Osmanlı Genel Karargâhı tarafından toplatılması istenmiş ve toplatılmıştır. Bu bilgilerin dışında Erich R. Prigge hakkında yapılan bütün araştırmalara rağmen herhangi bir bilgiye ulaşılamamıştır.   

Nusrat’ın Mayınına Çarpan Titanik
’Heyet-i Edebiye’’ diye anılan, Çanakkale’yi ziyaret ederek, izlenimlerini aktarmaları istenen İbrahim Çallı, Enis Behiç, Hamdullah Suphi, Ömer Seyfettin, İbrahim Alaattin, Nazmi Ziya ve Mehmet Emin’in de olduğu 17 kişilik grup 11 Temmuz 1915’te Sirkeci’den trenle yola koyulur.
İşte bu ziyaretten sonra ortaya çıkan eserlerden birkaç örnek

İbrahim Çallı, ressam ve Zeybekler Tablosu : 
1914 kuşağı sanatçılarındna İbrahim Çallı’nın Zeybekler tablosu'nun özel bir öyküsü bulunmaktadır. Aynı zamanda Osman Hamdi’nin asistanı da olan Çallı, Atatürk’ün isteği üzerine Etnoğrafya Müzesi’nde bir sergi açar. Bu sergide de yer alan “Zeybekler” tablosunu gören Atatürk, Çallı’ya döner ve “Biz Kurtuluş Savaşı’nda yemeye ekmek bulamıyorduk, senin resmindeki atlar nasıl semirmiş böyle?” diye sorar. Usta ressam malzemelerini alır ve tablosundaki atı bir deri bir kemik hale getirir.


Enis Behiç Koryürek , şair, diplomat, bürokrat  ve Atatürk Şiiri :
Türkiye Cumhuriyeti Kültür Ve Turizm Bakanlığı Atatürk şiirleri sayfasından alıntıdır.

ATATÜRK
Ey sanki alev saçlı zafer küheylaniyle
Kurtardığın vatanda en yüce şehsüvarsın,
Bir şimşek çağlayanı haliyle Türk kanıyle
Aldığı şâna lâyık bir tarihde bir Sen varsın.
Erişmez vasfına hiçbir rebabın sesi
Sen yükseksin ilhamın yıldızlı göklerinden,
Dehâdan kanatlanan kılıcının şulesi
Ebediyette olmuş bir murassa kasiden,
Kızıl gökte parlayan Ay-yıldız'ın nurusun.
Sen en büyük milletin, Türklüğün gururusun
Bu yurdun timsalisin bugün bütün cihanda
Gözler, gönüller senin, senin şeref de şan da!
Enis Behiç KORYÜREK

Hamdullah Suphi Tanrıöver yazar, milletvekili, siyasetçi ve Dağ Yolu Eserleri :
Söylev türü denince ilk akla gelen isim Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘’Nutuk’’ (Söylev) adlı eseri edebiyatımızın bu türün ilk ve önemli örneğidir. Bu kitapta yer alan ‘’Gençliğe Hitabe’’ be ‘’Onuncu Yıl Nutku’’ söylev türünün en güzel örneklerindendir. Söylev türünün edebiyatımızdaki bir diğer önemli temsilcisi Hamdullah Suphi Tanrıöver’dir. Hamdullah Suphi, söylevlerini ‘’Dağ Yolu 1-2’’ eserlerinde toplamıştır. Mecliste İstiklâl Marşı'nı okuyan ilk kişi dönemin Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver olmuştur.

Ömer Seyfettin, yazar, eğitimci ve Bir çocuk Aleko Hikaye Kitabı: 
Kitapta 14 yaşında olan Alinin Çanakkale savaşında ustası ile birlikte geliboludan anadoluya gönderilişinin orada ailesini arayışının ve orada rum papazın ona dayattığı bilgiler ve Ali’nin ahlakını ve kişiliğini korumak için verdiği savaş anlatılıyor

İbrahim Alaattin Gövsa, yazar, şair ve Çocuk Şiirleri :
Çocuk Şiirleri, İbrahim Alaattin Gövsa'in çocuklar için yazdığı şiirlerden oluşan 1911 yılında İstanbul’da yayımlanmış olan kitabı. Eser, Türk çocuk edebiyatının ilk şiir kitabı kabul edilir.[1] MEB 100 temel eser listesi (ilköğretim) listesinde yer almaktadır.Gövsa, İstanbul Kız Öğretmen Okulu Müdürü Mustafa Satı Bey’in, 1909’daki bir yazısında “çocuk şiirlerine ve şarkılarına muhtacız” diye yazması üzerine bu kitaptaki şiirleri kaleme alınmıştır. Kitap, yayımlandığı zaman büyük ilgi görmüş, ilk baskısı kısa sürede tükenmiş ve ikinci baskısı yapılmıştır. Eser, şair hayattayken biri Latin alfabesi ile olmak üzere 6 baskı yapmış ve ölümünden sonra da farklı yayınevleri tarafından basılmaya devam etmiştir.Kitap, 24 şiir ve 62 sayfadan oluşur. Şiirler önce Allah sevgisi ve din duygusu, ardından vatan, tarih duygusu, anne sevgisi, iyilik-doğruluk-ahlak, tabiat ve hayvan sevgisi şeklinde bir tematik düzende yer alırlar. Şair, şiirlerde çocuğa doğrudan öğüt vermektense, metnin içindeki mesajı algılamayı çocuğun zekâsına bırakmıştır.
Kitabın önsözü : Çocuk kalbi işlenmemiş bir elmas gibi kıymetdâr bir şekil almağa gayet müsait iken onu ihmal ile kömür gibi siyah bırakmak, husûsuyla iklimimizin yetiştirdiği zeki, cevval dimağları büyük ninelerin hurâfâtı, eski ibtidâî kitaplarının anlaşılmaz ibâratı ile imlâ etmek bir cinâyet-i ma‘neviyyedir.

Nazmi Ziya Güran, Türk ressam ve sanat eğitimcisi ve Mustafa Kemal Paşa Tablosu :



Mehmet Emin Yurdakul, şair, milletvekili ve Benim Ömrüm şiiri :
BENİM ÖMRÜM
 
Genç çağdaydım, kendimi bir dikenli yolda buldum;
Hıçkırıklar işittim, gül ve bülbül bağlarından.
Felâketler topladım, Anadolu dağlarından;
Uzun sazlı Âşıklar diyarında şair oldum.
 
Ezgi koydum, âhlarla, figanlarla Türk şi'rine,
Öz dilimle haykırdım, "Ey milletim, uyan!" diye;
Viran yurdun dolaştım, bir şehrinden bir şehrine;
Saç ve sakal ağarttım ben de, "Vatan, vatan!" diye.
Tabaktaki Zürafa

Bu bölümde Tüfenkçi İsmail Usta’nın Çanakkale Savaşı’nda işgale karşı geyiğiyle beraber direndiğini okuyunca aklıma Heathcote Williams’ın 1.Dünya Savaşı’nda müttefikler ve düşmanlar İngiliz ve Alman askeleri arasında arabuluculuk yaptığı gerekçesi ile Savunma Bakanlığı’nın emri ile öldürülen Felix lakaplı kediye (Almanlar tarafından Nestor diye çağrılan) ithafen yazdığı şiiri geldi. Şiir edebi bir kaygı taşımadan gerçek bir hikaye üzerine yazılmıştır.




İngiliz askeri karların üzerindebir kedi ile el sıkışıyor, Neulette, 1917
Cat was shot for treason
In World War One.
It had acted as an intermediary
Between Allied and Axis lines:
English and German soldiers
Could send messages
To each other
By tying scraps of paper
To the cat's collar.
The cat then ran across No Man's Land,
From one trench to the other.
When the War Office found out,
Allied superior officers Ordered that the cat, nicknamed Felix,
Should be shot for its being a go-between,
And thus enabling fraternization
Between the warring troops On the Western Front.
For, after a Christmas truce
When enmity miraculously faded
And one German dug-out sang 'Heilige Nacht'
As its English opposite number joined in
With 'Silent Night';
And when deadly enemies
Shyly scrambled out
Into the open air

Clutching presents
Of rum and schnapps, and lebkochen
And Huntley and Palmer's digestive biscuits;
And when they swapped them with broad smiles,
And when impromptu football matches
Broke out up and down the battle lines...
These popular displays of comradeship;
These congenial armistices;
These undeclared cease-fires
Were outlawed by the government
Who declared that all such happenings
Were high treason,
And subject to the same condign punishment
As cowardice, namely the firing squad.
Felix the cat, however,
(Called Nestor by the Germans)
Was a law unto itself.
It would wait patiently
Whilst cheery little scrawls
In English and in German
Were being attached to its collar
By trembling fingers, raw with cold:
"Hello Fritz."
"Gutentag Tommy."
"Fröhliche Weihnachten, Tommy."
"Happy Christmas, Fritz."
Back and forth the cat skipped across the snow,
Across the hard, unforgiving soil
Of No Man's Land; first appearing at Mons
And later at Passchendaele.
Then Felix – just like the animals
In the Middle Ages who, notoriously,
Were tried for being suspected
Of being in league with the devil –
Was judged by the top military brass
To constitute a threat
Through its enabling treasonous acts,
Through its being an accessory
To the undermining of the serial hate-crime
That was World War One;
A war crime that left fifteen million dead
Including a peace cat,
Who's barely ever mentioned
But whose bloodstained paw-prints
Are a lone, feline testament
To war's absurdity.


Doktor Madalyası
Prof. Dr. Hikmet Özdemir "Salgın Hastalıklardan Ölümler 1914-1918" Türk Tarih Kurumu Yayınları

Çanakkale savaşı ve doktorlar
Sağlık hizmetlerinin düzenlenmesi, bir savaşın idaresinde ön planda gibi görünmez. Ancak savaşı kazandıran ya da kaybettiren faktörlerin başında gelir. Osmanlı ordusunun yaşadığı Balkan Savaşı faciasının en fazla akılda kalan yönlerinden biri de kolera salgınıydı. Özellikle Hadımköy-Yeşilköy hattında koleradan ölmüş binlerce kişiyi getiren vagonlar, sürekli ishal ve kusmayla sıvı kaybederek bir kenarda ölümünü bekleyen asker görüntüleri, Balkan Savaşı bozgunuyla özdeşleşmiştir. Savaşta kaybedilen asker sayısına yakın vaka tespit edilmişti. Daha bu bozgunun yaraları sarılmadan patlak veren Birinci Dünya Savaşı'na girerken de orduda tabip ve yardımcı sağlık personeli sayısı yeterli olduğu pek söylenemezdi. Personel ve malzeme eksikliğinin zararları I. Dünya Savaşı ilerledikçe daha fazla ortaya çıkacaktı. Savaşın başlamasıyla saldıran Ruslara çok daha sinsi, güçlü bir düşman eşlik edecekti Kafkas Cephesi'nde... 'Lekeli humma' adıyla da bilinen tifüs! Bitlerle bulaşan bu hastalık, 3. Ordu mevcudunun büyük kısmının kırılmasına neden olacaktı. Ateşler ve vücutlarında giderek artan pembe döküntülerle asker, komutan, sivil demeden binlerce kişiyi öldüren bu hastalığı başlangıçta çaresizlik içerisinde seyredecekti hekimler... Sarıkamış bozgunundan sonra yerde üst üste yığılmış hasta askerlerle dolu bir hastaneye giren Enver Paşa'nın bu düzensizlikten sorumlu tuttuğu başhekim Binbaşı İbrahim Bey'i azarlayıp rütbelerini söktüğü, doktorun da "üzüntüden" öldüğü anlatılacaktır çeşitli kaynaklarda. Yine Sarıkamış bozgununun mimarlarından Hafız Hakkı Bey de bu ölümcül hastalığın pençesinden kurtulamayacak, askerler arasında "biz Ruslara değil, bitlere yenildik" sözü bir darb-ı mesel olarak kalacaktır...

1915 yılının tıbbi olanakları göz önüne alındığında hastalıklara karşı koruyucu hekimlik uygulamalarının daha ön planda olduğu görülür. Binlerce insanın siperler içerisinde son derece sağlıksız koşullarda savaşmaya, yaşamını idame ettirmeye çalışması çok sayıda sağlık sorununu beraberinde getirmişti. Salgın yapan enfeksiyon hastalıklarında öncelikli alınacak tedbir vakayı ayırmak, enfeksiyona yol açabilecek koşulları ortadan kaldırmaktı. Bu konuda en başarılı sonuç lekeli humma (tifüs) hastalığı konusunda elde edilmiştir. Büyük felaketlerin yeni buluşlara zemin hazırladığı gerçeği burada da değişmeyecek, Dr. Reşad Rıza (Kor) tarafından tifüslü hastadan alınan kanın 60 derece sıcaklıkta defibrine edilmesiyle elde edilen ilk tifüs aşısının Dr. Tevfik (Sağlam) Bey ve arkadaşları tarafından birliklere uygulanmaya başlanması ayrıca sıkı karantina önlemleriyle bu korkunç düşmanla baş edilebilecekti. 3. Ordu Alman Kurmay Başkanı Binbaşı Guse, anılarında Dr. Tevfik (Sağlam) Bey'in çok kudretli bir şahsiyet olduğunu belirtecek, "O koşullarda ne yapmak mümkünse hepsini zamanla yapmıştı." diye yazacaktır. İlginç olan, müttefikimiz Alman doktorların son derece başarılı sonuçlar alınan bu aşının kullanımına itirazlarıydı. Bunun bedelini de yazık ki Türk dostu Alman Mareşal Goltz ödeyecekti. Doktorunun istememesi nedeniyle aşı olmayan Mareşal Goltz, Osmanlı 6. Ordu komutanıyken yakalandığı tifüs hastalığından 19 Nisan 1916'da Bağdat'ta vefat edecek, kaybı Osmanlı ordusunda büyük üzüntüye neden olacaktır.

Zor şartlar altında mücadele
Tifüsle mücadele eden hekimlere hava değişimi verilmesi, bir süre memleketlerine gitmesi düşünülmüş; ancak bunun salgının yayılmasına yol açabileceği endişesiyle vazgeçilmiştir. Çok sayıda sağlık görevlisinin başta tifüs olmak üzere çeşitli hastalıklardan vefat etmesi de sadece Doğu Cephesi'nin değil I. Dünya Savaşı'nın gerçeğiydi. Çeşitli kaynaklar umumi harp felaketinde aralarında gayrimüslim Osmanlı vatandaşlarının da olduğu 300 civarında Osmanlı sağlık subayının vefat ettiğini belirtir. Yıllar sonra bir bilim yuvasının, Ankara Üniversitesi'nin kurucuları arasında yer alacak olan genç Yüzbaşı Abdülkadir (Noyan) Bey, Balkan Savaşı'ndaki kolera felaketini yaşayan bir hekim olarak koruyucu önlemlerin karantinanın (ve tabii ki bunların bizzat takip edilmesinin) ne kadar önemli olduğunu görmüştü.

Birliklerin elbiselerini bitlerden temizlemek için kendi birliğindeki sahra fırınlarının kuruluşuyla, nasıl yanması gerektiği ve hararetinin derecesiyle bizzat ilgilenecekti. Abdülkadir (Noyan), Çanakkale Savaşı'nda görev aldığı 1. Kolordu birliklerinin ve sonrasında Irak cephesinde görev aldığı 6. Ordu birliklerinin sağlık problemleriyle nasıl baş etmeye çalıştığını anılarında ayrıntılı olarak anlatacaktır. Çanakkale Savaşı şartlarında kurduğu mütevazı laboratuvarıyla bugün bile enfeksiyon hastalıklarının tanısı ve izleminde son derece önemli yere sahip olan lökosit sayısı, gaita mikroskopisi, kan kültürü, kalın damla yayması vs. gibi tetkikleri yapacak, bütün hastalıkları ayrıntılı istatistiklerle not edecekti. Tifo ya da dizanteri gibi vakaların çıkması durumunda, herhangi bir salgına dönüşmeden mutlaka nedenini bulmayı hedefleyecek, sahra helâlarının söndürülmüş kireç ve kireç sütü ile dezenfekte edilmesi, içme sularının kaynaklarının temizliği gibi tedbirlerle bizzat titizlikle ilgilenecekti.

Özellikle Mayıs 1915'te Kumkale bölgesinde ciddi sıtma salgını görülmüştü. Bölgenin sazlık ve bataklık yapısında kolaylıkla üreme imkanı bulan sivrisinekler, hastalığın süratle yayılmasına neden olmuşlardı. Savaş şartları nedeniyle bataklık kurutma işlemi yapılamamış, şahsi korunma tedbirleri önerilmişti. Birliklere haftada iki gün birer gram kinin verilerek hastalığın yayılması önlenmeye çalışılmıştı. Ancak bunun da yeterli olamayacağı açıktı. Kumkale'de iki erin aniden vefat etmesi üzerine birlik hekimi Yüzbaşı Sabri Bey kusurlu görülerek divan-ı harbe verilmiş, Dr. Abdülkadir Bey tarafından erlere otopsi yapılmış, iç organlarda bir değişiklik saptanmamış; ancak mikroskopla yapılan incelemede, dalak ve kanda bol miktarda habis bir sıtma türünün parazitlerine rastlanmış, hekimin sorumluluğu olmadığı ortaya çıkmıştı.

Dr. Tevfik Sağlam'ın ve Dr. Abdülkadir Noyan'ın anıları bir hekimin çok zor şartlarda neler yapabileceğinin kanıtıdır. Her ikisi de genç Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarından itibaren insanoğlunun değişmeyen düşmanları sıtma, tüberküloz, tifo vs. hastalıklarla mücadelede yerlerini alacaklardır.

‘’İstiklal Marşını’’ Doğru Okumak
Milli marş, Ulusal marş adı ile bilinen, özlü dizleriyle bir ulusun, bağımsızlığını ve gücünü, yurt ve bayrak sevgisini, özgürlük, bağımsızlık ve çağdaşlık tutkusunu, yurtseverlik duygusunu yansıtan halk tarafından benimsenmiş ve kabul görmüş, bestelenmiş haliyle genellikle ülkeler arası etkinlerde seslendirilen sözlü marştırmilli marş
Milli marşların yazım amacının eski uygarlıklarda savaşta karşı tarafı ürkütmek, kaçırmak olduğu bilinir. İlk çağlarda sadece sözlü ve danslı olan marş, ileriki yıllarda Peru ve Yeni Zelanda yerlilerinin sesli müzik aletlerini kullanmasıyla, başka ülkeleri de teşvik etmiş ve birçok ülke aynı anda besteciler bularak marşlarını bestelemiştir.

En eski Milli marş hangi ülkenin marşıdır ve adı adı nedir?

İngiltere'de 18. yüzyılın ortalarından beri kraliyet törenlerinde söylenen ve 1825'te milli marş ilan edilen "God Save the King/Queen (Tanrı Kralı/Kraliçeyi Korusun)" adlı marş bilinen en eski Milli Marş’tır.

İstiklal mücadelesinin en çetin bir safhasında milletin duygularını belirtecek, İnsanları heyecanlandıracak, gönülleri coşturacak; bir manevi atmosferin oluşturulması, insanımızı “vatan, millet, bayrak, sancak istiklal sevdası” gibi kutlu bir amaçta birleştirip, tek yürek, tek beden olmuşçasına dirilten milli bir yeniliğe ihtiyaç vardı. Bu nedenle, “İstiklal Marşı”nın yazılması istenmiştir
Sözleri Mehmet Akif Ersoy'un bestesi Osman Zeki Üngör'ündür.
12 Mart 1921'de TBMM tarafından Türkiye Cumhuriyeti'nin, Milli Marşı olarak kabul edilmiştir.
  
Cav




1951 yılında İsveç bisiklet konusunda yaşanan bir hikaye ile Cavit Cav’ı anmak doğru geldi bana.
Hikayemeizin baş kahramanı 66 yaşında ‘Çelik Dede’ lakaplı Gustaf Hakansson. 1600 km uzunluktaki parkurda yapılacak bisiklet yarışına katılmak ister ama organizasyon hakkında bilgi alamamaktadır. Organizasyon hakkında bilgi almak için katedeceği yol 960 km, bisikleti ise eski, paslı, bir haf ta sonra yarışmanın başlamasına saatler kala alana varır. Ancak görevli yaşından dolayı kaydını yapamayacağını söylüyor. Hatta yarışa kaydını yapmadığı gibi Çelik Dede ile dalga geçiyor. Gustaf yolmıyor ve yarış başladıktan 20 saniye sonra kendi yaptığı ‘0’ numaralı atletiyle kendisinin yarı yaşında 50 kayıtlı diğer yarışcının ardından start alıyor.


5 gün 5 saat sonra bitiş çizgisinde ise yetkililer ve seyirciler birinciyi beklerken, köşeden paslı Roadster bisikletinin üzerinde Gustaf dede görünür. İşin ilginç yanı ise ; kayıtlı esas birinci Gustaf dededen tam 24 saat sonra bitiş çizgisine ulaşabiliyor. Gustaf dede 3 gün pedala bastıktan sonra toplamda sadece 5 saat uyuyarak tekrar yoluna devam ediyor.Bir noktada polis, tıbbi muayene için onu durdurup onu ikna etmeye çalışıyor ama o sadece gülümseyip, pedal çevirerek yoluna devam ediyor. Tam 5 gün 5 saat sonrada en yakın rakibinden 24 saat önce yarışı tamamlayarak adını tarihin tozlu sayfalarına altın harflerle yazdırıyor. Fakat ülkenin ilgi odağı olan Gustaf dedenin birinciliğini yarışma komitesi kabul etmiyor ama Gustaf Hakannson’un bu zaferi yarış kurallarında çok ciddi değişiklikler yapılmasına neden oldu. Örneğin bu yarıştan sonra, yarışlarda uzunca bir süre yaş sınırlaması kaldırılıyor. Torunlarına güzel bir miras bırakan Gustaf Dede, 1987 yılında 102 yaşında hayata gözlerini yumar. Aslında Gustaf Dede kazandığı zaferden sonra neredeyse bir ömür daha yaşayarak, 1951 yılında ne kadar genç bir bisikletçi olduğunu ispatlamıştır. ‘’Ölünceye kadar bisiklete binmeli’’ diyen Gustaf Dede öyle de yaptı.

Ormanda Gemi Görmek
Barış, elimizde bir türlü tutamadığımız bir kuşa döndü gitti.




Mimar Sinan ve Cervantes
2010 yılında Dünya edebiyatının devlerinden İspanyol yazarı Miguel de Cervantes'in teatral komedisi, "Büyük Sultan" adlı eseri, Türkiye'de ilk defa sahneye konulur. Oyunun konusu kısaca şöyleydi: Osmanlı Sultanı, İspanyol bir esire âşık oluyor ve evlenmek istiyor. Kız adını, dinini ve kıyafetini değiştirmemek şartıyla evlenmeyi kabul ediyor. Sultan buna razı oluyor. Ancak Saray’daki bağnaz ve çıkarcı vezir ve haremağaları karşı çıkıyorlar. Kızın koyu Katolik babası da aynı şekilde karşı çıkıyor. Hatta İspanya’dan gelip kızı öldürmeye çalışıyor. Fakat âşıklar buna direniyorlar ve sonunda müthiş güzel bir İstanbul dekoru önünde kavuşuyorlar. 
Oyunun önemi, Cervantes gibi önemli bir yazarın Osmanlılara karşı savaşıp bu savaşta kolundan yaralandıktan sonra esir düştüğü halde o dönemde böyle bir eser yazmış olmasıdır. Oyun İspanya’da sahnelendiği zaman büyük ilgi gördü. Bosna’daki iç savaş ve etnik temizlik dönemiydi. İspanyollar oyunu etnik-dinsel hoşgörü ve bağnazlığa karşı çıkış açısından yorumladılar ve kamuoyuna bu şekilde sundular... Her taraftan aşırıların farklılıkların uzlaşmasına engel olduğunu ve buna karşı çıkmak gerektiğini vurguladılar. İspanya’daki prodüksiyon için İspanyollar Türkiye’ye özel heyet gönderip Topkapı dekorlarını, kıyafetleri bile incelemişlerdi.

Mimar Sinan’ın Şifreleri
Türkiye’de ilk defa İnönü’nün başbakanlığı döneminde Atatürk’ün manevi kızı ve Türk Tarih Kurumu’nun kurucusu Afet İnan tarafından, Türkiye’nin on bölgeye ayrılarak on ekip tarafından kafatası ölçümü yapıldığı bizzat Afet İnan’ın hatıratlarına yansıdı.

Antropometrik Anket Yapmışlar
İnönü döneminde yapılan araştırmalar daha sonra Afet İnan tarafından 1947 yılında “Türkiye Halkının Antropolojik Karakterleri ve Türkiye Tarihi” ismiyle kitaplaştırıldı. Kitapta ‘Ari Türk Irkı’nın özellikleri ve kafatası ölçüleri anlatılıyor.
Afet İnan, kafatası ölçülmesine nasıl başlandığını ise şöyle anlatıyor: “1936’da bütün memlekette büyük ölçüde antropometrik bir anket yaptırma arzumu, Atatürk’e anlattım. Uygun gördüler ve beni teşvik ettiler. Bunu hükümetten rica etmemi emir buyurdular. O zamanki Başbakan İsmet İnönü’den rica ettim. Bu iş için; Savunma, Milli Eğitim ve Sağlık Bakanları’na meşgul olmalarını emretti.”

Kafatası ölçmek için mezarları bile açmışlar**
Afet İnan hatıratında, kafatası, boy ve kilo gibi 23 ölçüm için Türkiye’nin 10 bölgeye ayrıldığını ve on ekip oluşturulduğunu, hatta 2 bin kadar mezarın bile açıldığını, bunlar arasında Mimar Sinan’ın dahi bulunduğunu belirterek, “On ekip için İsviçre’den on takım ölçü aleti getirildi. Ekiplere askerlerin yanı sıra, bir doktor ve bir sağlık memuru eşlik etti. Ekipler, Prof. Aziz Kansu’dan ölçüm için kurs alarak yola koyuldu. Araştırma için hazineden ‘mühim bir miktar’ da para ayrıldı. 10 ay süren çalışma ile Anadolu ve Rumeli’nin dört bir tarafından tam 64 bin kişinin kafatası ölçüldü. 20 bin kadın ve 40 bin erkek üzerinde ölçüm yapılırken bazı mezarlar da açılarak 2 bin kafatası çıkartıldı. Mimar Sinan’ın kafatası da çıkarılanlar arasındaydı. Ancak daha sonra kafatası bulunamadı” deniliyor.




Mimar Sinan’ın kafatasının mezarından çıkarıldığını bildiren 5 Ağustos 1935 tarihli Akşam Gazetesi. Mimar Sinan’ın kafatası kayıp

Berlin’de de Hakimler Var


 Prusya Kralı büyük Frederik, Postdam ormanlarında gezinirken bir değirmenin bulunduğu tepenin yanındaki alçak bir tepe üstünde durur ve değirmeni satın alarak yerine bir saray yaptırmak ister. Fakat değirmenciyi bu satışa bir türlü razı edemez.Kral değirmenciyi ikna etmek için önce değirmene değerinin kat kat üstünde bir meblağ ödemeyi teklif etse de Sans-Souci, “Olmaz ! satılık değil bu değirmen.” der. Kral bu cevaba kızar ve “ Sen benim Prusya Kralı olduğumu bilmiyor musun yoksa?” diye sorunca, “ Biliyorum, biliyorum” der Sans- Souci, “Sen de benim bu değirmenin tapusu ile sahibi olduğumu bil.” diye cevabı yapıştırır.Kral iyice köpürür  ve “ Zorla alırım o halde.Bakalım o zaman ne yapacaksın?” der.Değirmenci bu söz üzerine hiç telaşa düşmeden: “Berlin’de hakimler var.” cevabını verir. Kral bu cevap üzerine ıslah ettiği mahkemelerin adaletine kendi aleyhinde de güvenildiğini anlar ve bu yel değirmeninin Prusya Krallığı devam ettikçe korunmasını ister ve onun daha altında olan tepeye sarayını diker ve adını da Sans-Souci Sarayı koyar. Kendi tarihimizden benzer bir örnek ise : Bursa’daki Ulu Camii’nin ana kubbesinin tam altında 18 köşeli bir şadırvan vardır. Hiçbir camide olmayan, Ulu Cami’yi diğerlerinden ayıran bu özelliği mimarın estetik kaygısı sanırsanız yanılırsınız. Yıldırım Beyazıd dönemi eseri olan cami ve şadırvanın hikâyesi şöyle:Caminin inşa hazırlığı sırasında arazide hakkı olanlara istimlak bedeli ödenir. Ama nasılsa halledilir diye sona bırakılan, üzerinde harap bir kulübenin olduğu küçük parça sorun olur. Arsanın sahibi yaşlı bir Hıristiyan kadındır ve ne kadar fazla para teklif edilirse edilsin arazisini vermek istemez. Cami arazisinin tam orta yerine denk gelen arsanın mülkiyetinde sorun çıkınca proje iptal edilir. Birkaç sene sonra yaşlı kadın ölür, kimi kimsesi olmadığı için arazisi devlete kalır. Projenin önünde engel kalmamış görünür. Bu kez Bursa kadısı çıkar ortaya. Kadının Hıristiyan olduğunu, arsanın camiye dahil edilmesine bu nedenle karşı çıktığını, onun ölümüyle mülke sahip olan devletin arsayı kadının rızası hilafına kullandıramayacağını söyler. Mimara kalmıştır çözüm bulmak. Sonunda üzerinde namaz kılmanın doğru olmayacağı düşünülüp burası şadırvan haline dönüştürülür…

Devrimin Sesi
19 Kasım 1916 Cumartesi gecesi Doğu cephesindeki bir çadırın içinde altını çizerek okuduğu bu kitaptan çok etkilenmiş ve ertesi gün not defterine şunları yazmıştı:
“Allah’ı İnkar Mümkün mü?’ eserini bitirdim. Bütün filozofların, çeşitli dinlere bağlı olan natüralistlerin, akılcıların, materyalistlerin, hukukçuların, düşünürlerin, tasavvufçuların tümü, ruhun var olup olmadığını, ruhun ve maddenin bir ya da ayrı olup olmadığını, ruhun kalıcı olup olmadığnı inceliyor.”
Bir dünya savaşının tam ortasında kendi teorik yapılanmasını inşa etmeye çalışan bu genç adam, kitabın açtığı tartışmayı böylece özetledikten sonra kendi tavrını şu cümleyle ortaya koyuyordu:
“Bu incelemelerde, bilim ve fenne dayananlar kabul edilebilir”.
Atatürk ilim ve akıl ile ilgili görüşlerindeki fikir babası da kuşkusuz ki Voltaire olmuştur. Voltaire; ilmin ilerlemesi sayesinde insan uyanacak ve dinin değil, ilmin sesine kulak verecektir demektedir. Bu sese kulak veren Atatürk de: “Ben manevî miras olarak hiçbir ayet, hiçbir doğma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum Benim manevî mirasım ilim ve akıldır demiştir.”

Bir Görüşte Aşk
İlk kuklanın ne zaman yapıldığına ilişkin kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak yazılı kaynaklar ilk kez eklemlikafatası ve menteşeli maske formuyla ilkel toplumların büyü ve dini törenlerde kullanılmıştır. Bu, maske ve kafatasları hareket edebilen eklemlere sahip bebek ve diğer figürlerden oluşmaktadır. Bunların bazıları günümüzde dünyanın pek çok yerindeki müzelerde sergilenmektedir. (Avcı, Turla 2003)

Hindistan’daki Yeni Delhi Müzesi’nde bir zamanlar iple bağlanmış olduğu anlaşılan bir terracota maymunu bulunmaktadır. Bu maymun yaklaşık olarak M.Ö. 40.000 yıl öncesine tarihlendirilmektedir. Yaklaşık olarak aynı zamanlara ait Mısır kökenli bir figür de Fransa Paris’teki Louvre Müzesi’nde bulunmaktadır. (Roth 1975) Eski Mısır’da piramitlerde, ipli kukla oynatan bir insanın varlığı, binlerce yıldır devam eden bu geleneği göstermektedir. Ayrıca kukla gösterilerinin eski Yunan ve Roma’da yapıldığı, gezgin kuklacıların Asya ve Avrupa’da köy, kent ve panayırları dolaşarak gösteri yaptıkları bilinmektedir. (Oral 2003)

Orta Asya’da varlığı bilinen Kukla, İlk çağlarda Kolkarcak, Kagucak gibi adlarla oynatılmıştır. Geleneksel tarzda oynatılan kukla; el kuklası ve ipli kukla olmak üzere iki çeşittir. El kuklaları konulu bir oyun türünde, ipli kuklalar ise genellikle dans eden kuklalar türündedir. (Oral 2003)
Selçuklular’da ve Osmanlılar’da kukla oyunlarının olduğu bilinmektedir. Kuklaların nereden, nasıl ve hangi yollarla Türklere geldiği konusunda çok değişik görüşler bulunmaktadır. Bunların içinde kuklanın Orta Asya’da Türkler arasında yaygın olarak oynatıldığı, göçler sırasında Anadolu’ya getirildiği ağırlık kazanmaktadır. Türkistan, Özbekistan ve Orta Asya Türkleri’nde kukla oyunlarına “Çadır Hayal ” ve “Kol Korçak” adı verildiğini biliyoruz. Bugün bile Anadolu’da bebek anlamına gelen “Korçak, kudevcuk, kuçav, kavur, konçak, kaburcak, kavurcak,
goğurcak” kelimelerinin yaşadığını bunların hepsinin öz anlamları yanında kukla ve bebek anlamına geldiğini araştırmacılar kabul etmektedir. Orta Asya Türkleri’nde, özellikle Özbekler’de çok zengin bir kukla geleneği bulunmaktadır. Türkistan’da
Korçak Oyunu adı verilen kuklanın başlıca iki türü bulunmaktadır. Bunlardan biri çadır hayal ipli kukladır. Dest Korçak ya da Kol Korçak ise el kuklasıdır. Türkler’de ise özellikle Osmanlılar döneminde kukla çok yaygın ve çeşitlidir. Bu örneklere eski
kaynak metinlerinde de rastlanmakla birlikte, eski şenlikleri gösteren sayısız minyatürlerde görülmektedir. (And 1996)

Osmanlı Dönemi’nde çok çeşitli olan kuklalardan biri Çingenelerin oynatığı çok ilkel biçimdeki “iskemle kuklası”dır.
El kuklası ve ipli kukla haricinde araba kuklası çok bilinen bir türdür. Araba kuklasında kuklayı oynatan kişi arabanın dibine gizlenip, büyük boy kuklaları sopa ile oynatırdı. Ayrıca içine girilerek oynatılan dev kuklalar da bulunmaktaydı.
Ancak Anadolu’da yüzyıllar boyunca köylerde görülen kukla türleriyle şehirlerde
görülen kuklaların birbirinden ayrı yapılarda, işlevlerde olduğu belirtilmektedir. Köylü tiyatrosu geleneğinde kukla, geleneksel özelliklerini bugün bile korumuştur. Anadolu’da yağmur yağdırmak için bugün de adına; ”Bebek”,”Çaput Adam”, “ Kepçe Kadın”, “Bodi Bostan”, “Gelin Gok”, “Kepçe Başı”, “Su Gelini”, “Kodu Gelin” v.b. ilkel kuklalar kullanılmaktadır. Anadolu’da da kuklalar için çeşitli deyimler vardır. “Korçak”, “Hemecik”, “Bebek”, “Karacör” gibi. Anadolu’da çok ilginç bir kukla türü çok yaygındır, üçlü bir kuklayı aynı kuklacının oynatmasıdır. Kuklacı iki kuklayı birer eline alır, el kuklası gibi parmakları ile oynatır. Anadolu’da köylerde çeşitli adlar altında oynatılan bir kukla da “canlı kukla” dır. Burada aslında kukla yoktur, fakatoyuncular kendilerini kukla biçimine sokmaktadırlar. Oyuncular çıplak karınları üzerine yüz resmi çizerler, sonra başlarını ve kollarını kasnak üzerinde bir örtüyle örterler karna çizilmişyüzün omuz düzeyine gelen yere bir oklava bağlanır, buraya bir gömlek giydirilir.
Günümüzde daha çok kırsal bölgelerde oynatılan bu kukla türleri dışında Türk tiyatrosu içerinde yer alan ipli kuklala ve el kuklaları halen devam etmektedir. ( And 1977)
Osmanlı’da yüzyıllar boyunca çeşitli kukla türleri oynatılmıştır. Daha çok 17.yy.’da yaygın olarak kullanılan kukla, 19.yy’ın sonunda batı tiyatrosu, yerli orta oyunu ve tuluat (doğaçlama) tiyatrosunun karışımından oluşmuş minyatür seyirlik bir
oyun niteliğine kavuşmuştur. (İvgin 2000) Kukla sanatı, ondan daha eski bir gösteri olan meddahlık ve İstanbul'a 16. yüzyılda geldiği sanılan Karagöz kadar yaygın olmamıştır.

Çocuklar ve Katiller
Booth çocukken okul müdürü tarafından "Zeka ile ilgili bir sorunu yok ancak kendisine sunulan eğitici fırsatlardan faydalanmakta isteksiz. Her gün okuldan eve gidip gelirken sınıfına zamanında yetişmekten çok yol boyunca neler olduğuyla ilgileniyordu." şeklinde tanımlanacağı Tiyatrocu John Wilkes Booth Nisan 1865 yılında Abraham Lincoln'ü öldürdü. Lincoln kafasının arkasından tek kurşun darbesi alıp ertesi sabah öldü ve suikast sonucu ölen ilk ABD başkanı olarak tarihe geçti.

Her Şey Sudan ...
İslam Düşünürleri Darwin’den Önce Evrimden Bahsetmiş miydi?
Evrimleşmenin, İslam tarihinde Darwin’den bin küsür yıl önce ele alınmış ve işlenmiş olduğunu çeşitli kaynaklardan görebiliyoruz. Darwin’in evrim teorisi ile İslam düşüncesindeki evrimin farkı, Darwin evrimi, doğal seçilim, uyum sağlama ve tesadüfler gibi etmenlere bağlarken, İslam düşüncesindeki evrimciler, tüm bu süreci Allah’ın yarattığını söyler.

El-Cahız ve Evrim (M.S. 761-898)
İslam düşüncesinde evrimleşme konusunu ciddi bir şekilde ilk işleyen kişilerden biri İslam felsefesi konusunda kitapları olan El-Cahız‘dır. El-Cahız’ın, Kitab el-Hayavan (Hayvanlar Kitabı), 350′den fazla hayvan türünü şiirsel anlatım, anekdotlar ve atasözleri ile açıklayan ve tanımlayan ansiklopedik bir eserdir. Kitapta el-Câhiz doğal çevrenin hayvanlar üzerindeki etkisinden söz etmiş ve evrim kuramından bahsetmiştir. Çevrenin bir hayvanın hayatta kalma olasılığına etkilerini incelemiştir Kitapta el-Cahız besin zincirlerinden de, örneklerle, bahsetmiş ve böylece bu kavramdan bahseden ilk kişi olmuştur.

İbn Miskeveyh ve Evrim  (M.S. 940-1030)
El-Cahız’ın daha çok bilim açısından ele aldığı evrimleşme konusu, ünlü Müslüman filozof İbn Miskeveyh tarafından felsefi planda incelenmiştir. İbn Miskevey, ‘el-Fevzü’l-Asgar’ adlı eserinde evrimleşmeyi, Darwin’den tam 850 yıl önce incelemiş ve Darwin’in vardığı sonuçlara daha o zamandan varmıştır. İbn Miskeveyh’e göre; Yüksek alemden inen nefs (ruh) çeşitli dünya varlıklarında kendini göstere göstere tekamül etmiş, nihayet insanlık mertebesine gelmiştir. Ruh bitkiden sürüngen hayvanlara, oradan maymunlara ve insanlık mertebesine kadar yükselmiştir. (İbn Miskeveyh’in bu düşünceleri için bknz. el Fevzü’l-Asgar, syf: 76-83) 

Erzurumlu İbrahim Hakkı ve Evrim (1809-1882)
Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetnamesi’nde (syf: 31-33) evrim hakkındaki görüşlerini şöyle özetlemiştir: “Varın yok olması, yoğun var olması mümkün değildir. Var daima var, yok da daima yoktur. Fakat var, bir mertebeden diğer mertebeye, bir halden diğer hale geçebilir. Allah’ın emriyle felekler ve yıldızlar hareket edip dört unsur (eleman), istihale (evrim) ile birbirine karışmış, unsurların izdivacından (karışımından) önce madenler, ondan bitkiler, ondan hayvanlar vücuda gelmiş ve hayvan kemalini bulunca insan meydana gelmiştir. Madenlerle bitkiler arasında ara varlık mercandır, bitkilerle hayvanlar arasında ara varlık hurmadır, hayvanlarla insanlar arasında ara varlık maymundur. Zira cümle azası, kıl ve kuyruktan başka içi dışı insana benzer. Aracıların varlığının hikmeti şudur ki, her biri kendi mertebesinin aşağısından en yükseğine vasıl olup varlıklar mertebesi bir düzenle sıralanıp insan mertebesinde son bulur. Gaye, devr-ü zemanın tetimmesi (yaratıkları dolaşan nefsin, olgunluğun doruğu olan başlangıç noktasına varması), cihanın özü olan insanın meydana gelmesidir. İşte bu mertebede ahlaken yükselip Tanrı huylarıyla vasıflanan kişi, marifet kemaline erip küllî (bütünsel) akla kavuşmuş ve bu mertebede varlık dairesi birleşip tamamlanmıştır. Onun iptidası (o dairenin başlangıcı) akl-ı evvel (ilk akıl), sonu da insan-ı kâmildir (olgun insan).”

Mevlana Celaleddin-i Rumi ve Evrim (1491-1574)
Bir çok yazar ve düşünür, aşağıdaki şiirde Mevlana’nın evrimden bahsettiğini iddia eder.
Taş olarak ölmüştüm, bitki oldum.
Bitki olarak öldüm ve hayvan oldum.
Hayvan olarak öldüm, o zaman insan oldum.
Öyleyse ölümden korkmak niye?
Hiçbir sefer kötüye dönüştüğüm,
Ya da alçaldığım görüldü mü?
Bir gün insan olarak ölüp,
ışıktan bir yaratık,
rüyaların meleği olacağım.
Fakat yolum devam edecek,
Allah’tan başka her şey kaybolacak.
Hiç kimsenin görüp duymadığı birşey olacağım.
Yıldızların üstünde bir yıldız olup,
Doğum ve ölüm üzerinde parlayacağım.’

Sonuç olarak Darwin’in evrim teorisini savunanlar bir yaratıcıya ihtiyaç olmadığını, İslam düşüncesindeki evrimciler ise evrimi ancak Allah’ın yaratabileceğini söylerler.

Aya Sorulan Sorular 
03/02/2012 Radikal Gazetyesinin haberinden öğrnediğimize göre ; 26 Temmuz 1971'de fırlatılan Apollo 15, görevini 7 Ağustos’ta tamamlayıp Dünyaya döndü. Apollo 15 ile Ay’a Lunar Rover (Ay Arabası) adı verilen dört tekerlekli bir araç indiren astronotlar, Ay’ın yüzeyinde kapsamlı bilimsel araştırmalar yapmıştı. NASA, Apollo 15’in yolculuğunu insanlı olarak gerçekleştirilen en önemli uzay uçuşu olarak adlandırmıştı. Apollo 15’in üç astronotundan biri olan Alfred M. Worden, Türk Bayrağı ile ilgili hazırladığı orijinal belgede, Türk Bayrağı’nın uzay aracının modülünde yolculuk ettiğini ve kendileriyle birlikte 1.4 milyon millik yolu 295.2 saatte kat ettiğini, Ay'da ise üç gün kaldığını belirtti.ABD ’de yıllardır peşinde koştuğu tarihi Türk bayrağını, uzun bir araştırma ve uğraştan sonra satın aldığını belirten Türk işadamı Ekmel Anda, tarihi bayrağı İstanbul ’da Sunay Akın’ın açtığı oyuncak müzesine bağışlayacağını, bayrağın önümüzdeki hafta New York’tan İstanbul’a gideceğini söyledi. Anda şöyle devam etti:

"Tarihi bayrak ve astronot Alfred M. Worden’ın hazırladığı sertifika oyuncak müzesinde sergilenecek. Çok gurur verici bir şey bu benim için, Ay’a giden bayrağımızın Türk çocuklarına ilham vereceğine inanıyorum, onların hayallerini süsleyeceğine ve onların vizyonlarını güçlendireceğine inanıyorum. Ay'a giden ilk ve tek Türk bayrağı bu bayrak. Artık bayrağımızı uzaya biz götürelim. Bir gün Türk çocuklarının da hayallerini gerçekleştirmesi için bu bayrağı
Türkiye ’ye gönderiyorum. Sevgili dostum Sunay Akın çok başarılı bir projeyi hayata geçirdi, bayrağı bulup, satın aldığımı öğrenince çocuklar gibi sevindi."

Oyuncak müzesinin kurucusu yazar Sunay Akın da Ay’a giden tarihi Türk bayrağıyla ilgili ANKA’ya yaptığı açıklamada, "Son birkaç yıl içerisinde yurtdışındaki pek çok tarihi eserin Türkiye’ye kazandırıldığını gazetelerde okuyoruz. Ekmel kardeşimin Ay’a gönderilen bayrağımıza sahip çıkıp, İstanbul Oyuncak Müzesi’ne kazandırması bu konudaki en mutlu haberlerden biridir. Bayrağımızda Ay var ama onu oraya biz taşıyamadık. Bu tarihi olayı Amerikalıların başarması da rastlantı değildir. Çünkü, uzay konulu ilk oyuncakların çoğu 1920’li yıllarda
Amerika ’da üretilmiştir. Ekmel kardeşimin armağan ettiği bayrağı bu oyuncak örneklerinin yer aldığı müzemizdeki uzay odamızda sergileyeceğiz. Ziyaretçilerimiz böylelikle hayallerin değerini, gerçeğin hayallerin ayak izini takip ettiğini görecekler. Geçtiğimiz yüzyılın başında çocuklarımız önüne uzay oyuncaklarını biz koysaydık, o bayrağı Ay’a götüren astronot da bir Türk olurdu" diye konuştu.

Mahyadan Uzaya Giden Yol
Mahya Ve Çocuk 
Mahya ramazan aylarında çift minareli camilerin minareleri arasına asılan ışıklı yazılardır. Kelime anlamı olarak Arapça’da “hayat” aynı zamanda da “aylık” demektir. Mahyaların kurulmasındaki temel amaç insanları iyiliğe ve sevaba yönlendirmek, insanlara güzel mesajlar vermekti. Bu yazıları tasarlayıp, minarelere asılmasını sağlayan sanatçılara ise “mahyacı” adı verilir. Mahyalar ilk dönemlerde halatların üzerine dizilmiş yağ kandilleriyle yapılıyordu. Mahyacı mahya üzerinde göstereceği tasarımı önce kağıda çiziyor, kağıt üzerinde kandillerin yerini belirliyor ve sonrasında da üretime geçiyordu. Eski usul mahyaların üretimi için bütün gün çalışmak gerekiyordu. Her akşam değişik bir mahya ile mahyacılar sanatlarını ortaya koyuyorlardı. Bütün bir ramazan ayı boyunca her akşam yanan mahyalar, rüzgara karşı da dayanıklıydı. Genellikle mahyaların üretiminde zeytinyağı ya da mum kullanılırdı. Ancak bu kandillerin yanma ömrü ortalama 3 saat olduğu için, bütün camilerdeki mahyaları bir gecede görmek oldukça zor oluyordu. Kesin olarak bilinmemekle birlikte mahyacılığın tarihi 16.YY. ikinci yarısına kadar uzanmaktadır.
Ramazan ve bayramlarda her gece değişik tasarımlarda mahya asmak İslam ülkelerinden sadece Türkiye’de ve özellikle İstanbul’da oldukça yaygındı. Bunun sebebi ise iki minareli
camilerin en fazla İstanbul’da olmasıydı. Osmanlı döneminden beri selatin camilerine asılan mahyalarda ramazan ayının ilk onbeş günü hadisler, dualar ve güzel sözler yazılırken, ikinci onbeş günde de birbirinden farklı hareketli tasarımlar yerlerini alırdı. Özellikle hareketli olan mahyaları yapmak çok emek isteyen bir işti ancak halkın, özellikle de çocukların çok ilgisini çekiyordu.  Bu görsel tasarımlı mahyalarda daha çok, “piyade kayığı”, “kule”, “çifte kayık”, “salıncak”, “yandan çarıklı” tasvirleri yer alıyor ve bu tasarımları en çok çocuklar heycanla karışılıyordu. Çünkü mahyacıların o akşam nasış bir mahya kuracağı gün içerisinde gizli tutulurdu. Halk ise gün boyu akşam asılacak mahyalarla ilgili tahminlerde bulunurdu. En ünlü Mahyacı ise Abdüllatif Efendi’dir (ö.1977). Ramazanın onbeşinci gecesi Süleymaniye Camii’ne astığı “Hünkar Kayığı” mahyası ile ünlenmişti. Abdüllatif Efendi sadece cami minarelerine değil gemi direklerine de mahya asmasıyla bilinirdi. Gene Süleymaniye Camii’ne kurulan ve “gezici mahya” olarak adlandırılan hareketli mahya büyük ilgi toplardı. Mahya üzerinde yürüyen araba, hareket eden kayık ve yüzen balıklar gibi hareketli görüntüler yer alırdı.
Mahya ve Mahyacılık sanatı geçmişten bugüne kültürümüzün en önemli parçalarından biri olma özelliğini halen korumaktadır. Mahyalar aynı zamanda Osmanlı kültürünün bir damgası niteliğini de taşımaktadır. Mahyacılar eski dönemlerde Ramazan ayının ilk 15 gününde yazılı, son 15 gününde ise tasvirli mahyalar kurar, özellikle son 15 günlük dönemi çocuklar çok büyük bir heyecanla beklerdi. Mahya sanatçıları  bütün bir gün gizlilikle hazırladıkları mahyaları, akşamları heyecanlı halk ile buluştururdu. Mahya üzerindeki kandillerin hepsini yakmak en az 2 saatlik bir zaman aldığından bu heyecan her akşam daha da artardı. Genellikle tasvirlerde “kule, salındak, piyade kayığı, çifte kayık, köprü, vapur, Kızkulesi, çiçek, kuş” gibi tasvirler olurdu.  Mahya sanatçılarından Abdüllatif Efendi, Süleymaniye Camii’nin minareleri arasına astığı ve üzerinde “hünkar kayığı” tasviri olan mahyası ile bilinirdi. Abdüllatif Efendi aynı zamanda gemilerin direklerine mahya kurmakla da tanınmıştı. Mahya sanatındaki diğer önemli bir çalışma da, Süleymaniye Camii’nde asılan hareketli ve gezici mahyaydı. Bu mahyada köprüden geçen arabalar ya da köprü önünde hareket eden kayıklarla birlikte yüzen balıklar tasvir edilirdi.
Eski Mahyalar Nasıl Hazırlanıyordu ?
Mahya ve Mahya sanatı günümüzde led’li ve elektronik sistemlerle çok daha hızlı ve ekonomik bir şekilde hazırlanmaktadır. Ancak, özellikle mahya sanatının ve mahyacılığın ilk dönemlerinde mahya hazırlanması ve asılması, oldukça yorucu ve zaman alıcı bir işti. Tek bir mahyanın hazırlanması için yüzlerce kandilin iplere tek tek dizilmesi gerekmekteydi. Mahyayı hazırlayan sanatçı öncelikle yapacağı tasviri veya yazacağı yazıyı kareli kağıtların üzerinde eskiz olarak hazırlardı. Hazırladığı bu mahya eskizi üzerinde atması gereken düğümleri, asacağı kandillerin yerini belirledikten sonra, kandillerin asılmasına başlanırdı. Mahyanın hazırlanmasından sonra asılması da oldukça zordu. Mahya minareler arasına asıldıktan sonra bütün kandillerin tek tek yakılması gerekirdi. Mahya sanatçıları her güne ayrı ve özel bir tasvir hazırlamak için bütün gün çalışmak zorundaydılar.



  
Baba Adı : Besim Ömer
İlk kadın arkeolog: Jale İnan (1943)
İlk kadın opera sanatçısı Semiha Berksoy
İlk kadın avukat: Süreyya Ağaoğlu (1925)
İlk kadın bakan: Türkân Akyol (1971)
İlk kadın başbakan: Tansu Çiller (1993)
İlk kadın büyükelçi: Filiz Dinçmen (1982)
İlk kadın diplomat: Adile Ayla
İlk kadın doktor: Safiye Ali
İlk kadın eczacı: Rukiye Kanat Arran
İlk kadın fotoğrafçı: Semiha Es
İlk kadın gazeteci: Selma Rıza
İlk kadın hakim: Suat Berk
İlk kadın hemşire: Esma Deniz
İlk kadın heykeltraş: Sabiha Bengütaş
İlk kadın milli eğitim müdürü: Güler Karakülah
İlk kadın müzeci: Seniha Sami
İlk kadın savaş pilotu: Sabiha Gökçen (1937)
İlk kadın pilot: Bedriye Tahir Gökmen (1933)
İlk kadın savcı: Nebahat Sarıyal
İlk kadın TBMM başkanvekili: Neriman Neftçi
İlk kadın tiyatro oyuncusu: Afife Jale (1919)
İlk kadın televizyon spikeri: Nuran Devres (1968)
İlk kadın siyasal parti genel başkanı: Doç. Dr. Behice Sadık Boran (1971)


Osmanlı Sarayından Ahıra
İlber Ortaylı’nın Son İmparatorluk Osmanlı Kitabından’dan Harem’in tarihi hakkında ; Eski Çin'de, Hint'te, İran'da ve Bizans'ta, hatta Floransa senyörlerinin saraylarında harem ağası da, cariye de vardır. Osmanlı bu kurumun en son bilinen örneğidir.


Haremağaları her zaman merak edilen ama merak edildikleri ölçüde de çekinilen ve korkulan insanlardı. Bu korkunun gerisinde belki görüntüleri, belki de sarayda sahip oldukları büyük güç vardı.
Hemen hepsi Afrika'dan gelmeydi. Küçük yaşlardayken esir tüccarları tarafından kaçırılır, belli merkezlerde toplanır, burada son derece vahşi bir operasyonla hadım edilirlerdi. Operasyondan sağ kurtulabilenler daha sonra satılır ve başta İstanbul ve saray olmak üzere imparatorluğun çeşitli bölgelerine gönderilirlerdi.
Haremağaları, saltanatın láğvedilmesinden sonra ortada kaldılar. Sarayda bulundukları sırada asıl görevleri kadınlara göz-kulak olup harem ile dış dünya arasında bağlantı sağlamaktı ve teşrifatçılık da onların işiydi. Gerçek hayatla tanışmamışlardı, para ve geçim kavramlarından habersizdiler ve sokakta kalınca yaşayabilmek için her çareye başvurdular. Ağaların çok uzun ve bir o kadar zor olan asıl maceraları, saray kapılarının yüzlerine kapanmasından sonra başlayacaktı.Bir kısmı biraraya gelerek şehirden uzakta bir köşkte inzivaya çekildi, kimi mandıra işletmeye çalıştı, kimi ise arkadaşlarını toparlayarak bir dernek çatısı altında birleştirmeye çalıştı. Merkezi İstanbul'da olan ve Medine ile Kahire'de birer şubesi olan 'Haremağaları Teavün Cemiyeti' işte bu maksatla kuruldu. Bu dernek vasıtasıyla, muhtaç durumdaki arkadaşlarına ulaşırlarken bir yandan da toplu halde olmaya, ayrılmamaya çalıştılar. Maddi imkánı olmayan ağalardan on üçü Kısıklı'da bir köşke yerleştirildi ve ölene kadar burada yaşadılar. En gençleri seksenlerindeydi, herkes kendi günlük işini kendisi yapıyordu ve içlerinde Lala Sadreddin Ağa gibi yaşı 110'un üzerinde olanları da vardı. Bazı ağalar ise, vaktiyle sahip olmayı başardıkları servetlerine güvenerek kendilerine ayrı bir hayat kurdular. İkinci Abdülhamid'in meşhur harem ağası Nadir, bunlardan biriydi. Göztepe'de büyük bir köşk alarak yerleşti, yine orada bir bakkal dükkánı açtı ve bunun yanısıra kendi ifadesiyle 'Türkiye'de bir ilke' imza attı: Göztepe taraflarında bir mandıra kurdu ve kapalı şişede süt satmaya başladı. 1961'de 79 yaşındayken öldü. Hiç maddi sıkıntı çekmemişti ama yapayalnızdı. 1950'li senelerin başında, 'Haremağaları Teavün Cemiyeti'nin hayatta altı üyesi kalmıştı. Ağalardanan Mısır'a yerleşmiş olanlarına Mısırlı prens ve prensesler sahip çıktı, saraylarda birer odaya yerleştirildiler ve ölünceye kadar bakıldılar. Son haremağası Hayreddin Efendi, 1976'da burada öldü

Aslı Burada !...
Ünlü şair Ahmed Arif’in oğlu Heykeltraş Filinta Önal’ı biz Kütahya’nın Dumlupınar Hükümet Konağı önünde dikilen Atatürk heykelini, masrafları belediye ve kaymakamlığın ödememesi üzerine geri almasıyla tanıyoruz. Heykeltıraş Filinta Önal, Atatürk Heykeli’nin vergiler hariç 7 bin 500 lira olan bedelinin bugüne kadar ödenmediğini belirterek, Dumlupınar Belediyesi yetkililerinin bunu hediye olarak verilmesi talebinde bulunduklarını anlattı. 
1513 yılında çizdiği ve içinde Amerika kıtasını da gösterdiği dünya haritası ile adı tüm dünyadabilinen ünlü Türk denizcisi Piri Reis anısına Ankara Üniversitemizin Tandoğan Yerleşkesi’nde oluşturulan Piri Reis Meydanı’na heykeltraş Filinta Önal’ın yaptığı büstler arasındadır. ‘’Bu büstü yaparken Piri Reis’in bilim adamı kişiliğini öne çıkarmaya çalıştım: Geleneksek malzemeler olan taş ve bronzu tercih ettim. Denizin dalgalarının üzerinde yükselen taş bir kolon var. Bu kolon, denizin ortasından yükselen bir deniz feneri gibi. En üstte de o fenerin ışık kaynağı olan Piri Reis’in büstü yer alıyor. Haritayı çizdiği yaşlardaki tasfirini yapmaya çalıştım. Kolonun üzerine sarılmış olan harita da yine bronzs döküm. Haritanın aslını oraya yansıtmaya çalıştım. O da adeta dalgalanan bir yelken görünümü vermekte.’’

Cüzamlıların Beklediği Kutsal Işık
Türkan Saylan evlendikten sonra Leyla adını alan İsviçreli annesi Lili Mina Raiman yüzünden hıristiyanlığı yaymak için misyonerlikle suçlanan biri. Buna en iyi cevabı veren Konya’da yayın yapan muhafazakar kesime hitap eden ‘’Memleket’’ adlı sitede Mustafa Yiğit’in Türkan Saylan’a yazdığı mektup olduğunu düşünüyorum. İşte o mektup !

 “Gecikmiş bir mektup bu aslında…
Çok önceleri yazacaktım…
Ama bir türlü cesaretimi toparlayıp yazamadım…
Hakkında  o kadar çok şey söylendi ve yazıldı ki, benim yazdıklarım hafif bile gelebilir diye düşünüyordum..
Ancak sanırım sırası geldi…
Bu yazı, her şeyden önce ailemin ve benim  sana vefa borcum…
Ben seni  herkesten  farklı tanıdım Türkan teyze...” diyor.

Yazıya okurlar çok fazla tepki göstermişler. Hatta bir okur, “rızkını Türkan teyzen mi verdi?” diye soruyor.
 Bir başka okur ise: “Öncelikli olarak hem milliyetçi muhafazakar olduğunuzu söyleyeceksiniz, hem de ideolojisi belli olan bir dernekten utanmadan sıkılmadan burs alıp sırf burs aldığınız için bu derneğin milliyetçi ve muhafazakar fikirlere karşı yürüttüğü mücadeleyi tasvip edeceksiniz. Yazdıklarınızdan Türkan Hanımın başarılı olduğu sonucu çıkıyor, bir burs için ruhunuzu satmışsınız o anlaşılıyor.”
Yazıya devam edecek olursak. Hayli ilginç ve samimi sözlere yer vermiş yazar.
 “Zor durumdaki öğrencilere burs veren bir kuruluşun başındaydın.
İnsan hayatında önemli anlar vardır bunlardan birini de o gün yaşamıştım..
Mülkiyeyi kazanmıştım ve  çok sevinmiştim, ama üniversiteyi kazanmak  kadar önemli bir şey daha vardı ki, okul hayatım boyunca burs alacaktım, mektuba cevabında öyle söylüyordun…
Evet, bu tarihten sonra, milliyetçi muhafazakar bir olmama rağmen, yani ideolojik olarak hep farklı bir yerde durduğum halde, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği bursunu okul bitene kadar almıştım..
Hiçbir baskı görmeden…
Hiçbir karşılık beklenmeden burs almıştım..
Burs aldığım için benden ne namaz kılmamı istemiştin, ne de bağış toplamamı..
Ne laiklik mitinglerine katılmamı istemiştin, ne de modern yaşam ayinlerine katılmamı…
Evet, senin hakkında bilinmeyenlerden biri de buydu…
Farklılıklara saygın vardı, nezaket sahibiydin…
Yoksunluklar ve yoksulluklarla mücadele ediyordun…
Hem de kendi çabaların ve imkanlarınla…
Senin gibi gönüllü arkadaşlarınla…
Bunu bizzat yaşayanlardan biri de bendim…
Ve İstanbul’daki ilk namazımı da Kandilli’de senin evinde kılmıştım…
Senin ve benim dünya görüşüm üzerine çok uzun bir de sohbet yapmıştık…
Çünkü  senin kadınlar için yaptığının  laiklik ya da laiklik karşıtlığıyla bir ilgisi yoktu.
O yüzden ne laiklik yanlıları ne de laiklik karşıtları seni doğru anlayabilmişti..
O yüzden “ne şeriat, ne darbe” dediğinde de anlaşılamadın…”
Ne kadar okurlarından tepki almış olsa da yazarın son sözleri şöyle bitiyor:
“Hakkını helal et …
Varsa bizim hakkımız,  helal olsun…
Allah mekanını cennet eylesin…
Oğullarına ve torunlarına sabır versin…”


Yarım Kalan Tedavi ve Heykel


Düşünen Adam heykeli, Auguste Rodin tarafından yapılan sanatsal bir eserdir. Paris'te bulunan Rodin Müzesi`nde sergilenen Düşünen Adam heykeli, bronz ve mermer karışımından üretilmiş olup, sıklıkla felsefi düşünceyi anlatan bir simge olarak kullanılmaktadır.Küçük boyutta ilk alçī dökümü 1880 yılında yapıldı. Büyük boyuttaki ilk haline bronz döküm olarak 1902 yılında başlayan Rodin, bunu 1904 yılında tamamladı. Son halini alması 1906'yı bulan Düşünen Adam, 1922 yılında o dönemde otel olan Rodin Müzesi'ne taşındı.Eserin bir kopyası da 13 Haziran - 03 Eylül 2006 tarihleri arasında İstanbul'da bulunan Sakıp Sabancı Müzesi'nde sergilenmiştir.
Kopyalarının bulunduğu yerler :

Kopyalarının bulunduğu yerler :
  • İsrail
    • Tel Aviv ve RAD Veri İletişimi giriş lobisinde
  • Japonya
    • Kyoto Ulusal Müzesi
    • Tokyo, Batı Sanatları Ulusal Müzesi
·         Belçika
o    Brüksel
·         Danimarka
o    Ny Carlsberg Glyptotek, Kopenhag

.




İlginizi Çekebilir

Related Posts with Thumbnails